Kemel-Ze Harabeleri

Orijinal Adı:

Bulunduğu Oyunlar:

Kitap Kategorisi:

Çevirmen:

Kitap Künyesi
Oyunlar: Morrowind, Oblivion, Skyrim, ESO
Çevirmen: Mehmet Kardaş / Cem Filiz
Orijinal İsim: Ruins of Kemel-Ze

Bahtsız kulaklarımda hala İmparatorluk Topluluğu Takipçileri’nin alkışlamaları dinmemişken, hemen Morrowind’e geri dönmeye karar vermiştim. İmparatorluk Şehri’nden ayrılmak pek kolay olmamasına rağmen emindim ki Raled-Makai’den getirdiklerim sadece Morrowind’deki Dwemer harabelerinin yüzeyde kalanlarıydı. Orada daha da değerli hazineler olduğunu hissediyordum ve gitmek içinde sabırsızlanıyordum. Ama benden yirmi yıl önce Black Marsh’a tek yolculuğunu yapmış olan zavallı Bannerman örneği vardı. Ama ben onun gibi olmayacağım, yemin ederim.

Artık İmparatoriçeden gelen mektup da elimde olduğuna göre İmparatoruk otoritelerin tüm desteği de yanımda olacaktı. Artık bağnaz yerlilerin saldırılarından endişelenmeme gerek kalmamıştı. Ama şimdi nereye bakmalıydım? Kemel-Ze harabeleri bakmam gereken tek yerdi. Raled-Makai’den farklı olarak harabelere girmek sorun olmayacaktı. “Uçurum Şehri” olarak da bilinen Kemel-Ze, Vvardenfel Uçurumunun kıyı kesimi boyunca uzanır. Vvardenfel’in doğusundan gelen gezginler, bölgeyi genelde gemi ile ziyaret ederler ya da karadan yakındaki köyleri takip ederek kolayca ulaşabilirlerdi.

Bu yarı-medeni topraklarda ortaya çıkabilecek normal zorluklar sonunda yolculuğumuzda Şeyda Neen’e ulaşınca, harabelerin yakınındaki Marog kasabasına bir grup kazı grubu kiralayabilmek umuduyla yola çıktık. Şeyda Neen’de yerel garnizon kumandanı tarafından önerilmiş olan nispeten neşeli Kara Elf tercümanım Tuen Panai, bana köylülerin nesillerdir Kemel-Ze’yi yağmaladıkları için bölgeyi tanıdıklarını söyledi. Aklıma gelmişken, Ten Penny (yakında eğlencesi ile aramızda ün salacak olan dostum) bize çok yardımcı oldu, öyle ki artık onu benim gibi Morrowind’de araştırma yapacak tüm arkadaşlarıma önermeyi planlıyorum.

Marogda ilk tehlike ile karşılaştık. Köyün lideri yaşlı, sık adam bize yardımcı olmaya niyetliydi ancak koyun din adamı (Morrowind’de sarayların içinde yaşadıklarını iddiaa ettikleri Tribünal denilen birşeye tapan buradaki garip bir dinin temsilcisi) harabeleri kazmamıza tamamen karşıydı. Köylüleri “dini tabu” konuşmaları ile kendi tarafına çekip bize karşı çevirecek hale getirecekti ama İmparatoriçenin mektubunu gösterince ve Seyda Neen’deki garnizon kumandanı dostumdan bahsedince anında çenesini kapadı. Şüphesiz bu ellerine biraz para alabilmek için kullandıkları standart bir anlaşma taktiğiydi. Bir süre sonra rahip tepemize bilmediğimiz tanrılardan lanetler yağdırmaya başlamış olsa da kısa sürede yanımıza alabileceğimiz birçok köylü bulabildik.

Anlaşma ve kontratların olağan detayları ile asistanım ilgilenirken Usta Arum ve ben harabelere gittik. Karadan sadece uçurumların kenarında ki aşağısında her yanlış adımda aşağı düşebilme tehlikesi içeren patikalardan geçilerek ulaşılabilen bir yerdeydi. Şehrin yüzeyden asıl girişi önceden şehrin kuzeydoğu kısımlarında olmasına rağmen yakındaki Kızıl Dağ’ın volkanik patlaması sonrası denize doğru yıkılmıştır. Başarılı bir şekilde girişi bulduğumuzda kendimizi bir ucu açık denize bir ucu karanlığa uzanan geniş bir odada bulduk. İlerledikçe birçok tarihi Dwemer tünellerinde olduğu gibi ayaklarımızın altında çatırdayan metal seslerini duyabiliyorduk. Bunun derin seviyelerdeki değerli Dwemer yapıtlarını yağmalayan kaçakçıların bıraktığı bazı mekanizmalar olduğu açıktı. Tamriel’de farkında olmadan ve sırtlarında Dwemer zırh parçalarını taşıyan savaşçıları düşününce kendi kendime güldüm. Bu aslında ” Dwemer zırhı” denilen şey eski mekanik insanların parçalarından yapılmıştı. Bozulmadan kalmış tam bir mekanizmanın ne kadar değerli olabileceğini düşününce kendime geldim.

Burası yerdeki parçalara bakarak söylenebilir ki kesinlikle Dwemer parçaları ile doluydu – yada önceden böyleydi diye kendime hatırlattım. Yağmacılar bu bölgede yüzyıllardır çalışıyorlardı. Sadece kaplamalar bile zırh olarak satıldığında bir servete denk gelirdi. Çoğu Dwemer zırhı birbirine uymayan parçalardan yapıldığı için kullanışsız ve ağır olarak bilinirdi. Ama birbirine uyan, bozulmadan kalmış bir mekanizmanın parçaları kendi ağırlığından daha fazla altına denk gelir ve zırhı giyen ise ağırlığı neredeyse hiç hissetmezdi. Tabiki benim zırhlar için bulduğum parçaları ne kadar değerli olurlarsa olsunlar yok etmek gibi bir amacım yoktu. Onları bilimsel çalışma topluluğuna götürecektim. Götürdüklerimi gördüklerinde şaşkın çığlıklarını duyar gibi oldum ve tekrar gülümsedim.

Ayaklarımın ucundan ayrılmış bir dişli aldım. Dwemer alaşımı zamanın aşındırmasına rağmen sanki daha dün yapılmış gibi parıldıyordu. Yağmacılara karşı tutarmış gibi çağlardır ışık görmemiş koridorlarda ileride bizi nelerin beklediğini düşündüm. Benim için bekliyorlardı. Artık tek yapmam gereken onları bulmaktı! Usta Arum’a attığım sabırsız bir bakış ile beraber karanlığa doğru beraber ilerledik..

Asistanlarım uçurumun kenarında kamp kurup köyden ihtiyaçlarımızı karşılarken, Usta Arum, Ten Penny ve ben birkaç gün harabeleri inceledik. Kazıya başlayabilmek için yıkılmış bir geçit yada yağmacılar tarafından dokunulmamış, bizi harabenin el değmemiş bölgelerine götürebilecek uygun bir kazı noktası arıyordum.

Başta iki tane böyle bölge bulduk fakat kısa sürede farkına vardık ki birçok hava kanalı zaten yıkılmış bölgelerin arkasındaki odalara daha kolay geçişler sağlamaktaydı. Bu bölgeler nesiller boyunca tarihi eser yağmacılığına maruz kalmış olsa da profesyonel arkeologlar için inanılmaz değer arz etmekteydi. Menteşeleri yanmış devasa bronz bir kapının ardında, duvarlarındaki inanılmaz çizimleri Morrowind’deki her Dwemer harabesini gezdiğini iddaa eden bıkkın Ten Penny’i bile etkileyen büyük bir oda keşfettik. Kenar duvarlardaki çizimler sakallı, kadim Dwemerlerin, on duvarda dumanlı bir dağın tepesindeki kraterden adımını dünyaya atarken simgelenmiş devasa bir tanrıya taparken , eski bir dini tören sırasındaki hallerini göstermekteydi. Usta Arum’a göre, Dwemer dininde böyle bir dini tören yoktu, ve bu yüzden çizimler arkeologlar için heyecan verici bir buluştu. Duvardaki çizimleri kırıp çıkarmaları için bir ekip oluşturdum ama grup duvarda bir çatlak bile oluşturamamışlardı. Daha yakında incelediğimizde yüzeyin taş niteliğinde ancak bizim aletlerimizi tamamen etkisiz bırakan metalik bir maddeden yapıldığını anladık. Usta Arum’a büyüsünü duvarları kırmak için kullanmasını önerdim ancak çizimlere zarar verme ihtimali yüzünden bundan vazgeçtik. İmparatorluk Şehri’ne bunları götürmeyi ne kadar istiyor olsam da elimden bir şey gelmezdi. Eğer Topluluktaki dostlarım işime daha fazla ilgi gösterselerdi eminim ki duvarlardaki çizimleri çıkarabilecek bir uzman, belki de bir simyacı bulabilirlerdi.

Uzun hava kanalı merdivenlerinin birinde, çatıdan düşen yıkıntılar yüzünden zar zor geçilebilen başka bir oda daha bulduk. Merdivenlerin ucunda kubbe şeklindeki odanın ortasında bozulmuş bir mekanizma vardı. Kubbede bazı gösterimler hala okunabilir durumdaydı. Usta Arum ve ben bunun bir çeşit gözlem kulesi olduğu konusunda hemfikirdik ve mekanizmada kesinlik kazanan şey bir çeşit Dwemer teleskobu olmasıydı. Mekanizmayı o harabelerin tepesinden aşağı indirmek için mekanizmayı sökmek gerekecekti (büyük ihtimalle bu yüzden yağmacıların gözünden kaçmıştı zaten), ben de onu şimdilik orada bırakmaya karar verdim. Bu gözlem kulesinin varlığı bize bu odanın normalde önceden yüzeyde olduğunun bir göstergesiydi. Yapının daha yakından incelenmesi buranın bir kazılmış oda değil gerçekten bir bina olduğunu ortaya çıkardı. Odadan çıkan diğer yollar tamamen kapanmıştı ve uçurumun üç noktasındaki giriş noktasından yapılan dikkatli ölçümler bize hala yerin 250 ayak altında olduğumuzu gösterdi. Kızıl Dağın öfkesinin sade bir göstergesi.

Bu keşif dikkatlerimizi daha da aşağı bölgelere odaklamamızı sağladı. Artık eskiden yüzeyin nerede olduğunu bildiğimiz için diğer yüksekteki yıkılmış geçitler hakkında yorum yapmamız daha da kolaylaşmıştı. Özellikle inanılmaz güzel çizimlerle donanmış böyle bir geçit benim ilgimi çekti. Geçit büyük bir kaya ile tıkanmıştı ancak burada yağmacıların başlayıp da bitiremediği bir tünel girişimi olmuştu. Bende kazıcı ekibim ve Usta Arum’un büyü güçleri ile yolu temizlemeyi başaracağımızı düşündüm. Bu amaçla Kara elflerden oluşan ekibime geçidi temizleme görevi vererek, sonunda Kemel-Ze’nin asıl araştırılma safhalarını başlatmış oldum. Umuyorum ki yakında ayaklarım zamanın şafağından beri eldeğmemiş tozları kaldırıyor olacak.

İçimdeki bu heyecan ile kazıcılarımı biraz fazla zorlamış olabilirim. Ten Penny aralarında yakınanlar olduğunu ve bazılarının işi bırakmaktan söz ettiğini bana bildirdi. Tecrübelerimden hareketle bu Kara Elflere bir kırbaç tadından başka bir şeyin ise yaramayacağını bilerek liderlerini kırbaçlattım ve diğerlerini de iş bitene kadar harabelere bir nevi hapsettim. Şeyda Neen’den birkaç lejyoner çağırma ileri görüşlülüğünde bulunduğum için Stendarr’a şükürler olsun! İlk başta somurtkandılar ama sonra her fazladan gün için alacakları fazladan maaşı duyunca seve seve işlerine bakmaya başladılar. Bu uyguladığım yöntemler medeniyet içinde rahat olan okuyucularıma biraz sert gelebilir ancak sizi temin ederim bu insanları bir işe bağlamanın başka bir yolu yoktur.

Geçidi temizlemek düşündüğümden daha da zordu ve neredeyse iki hafta sürmüştü. Kazıcılarımda en sonunda arkadaki odayı görebilecek kadar bir delik açıp içerisinin bir içki deposu olduğunu gördüklerinde artık benim kadar heyecanla çalışmaya başladılar. Delik genişletilirken yerimde duramayacak kadar heyecanım artmıştı. Acaba geçit yok olmuş Dwemerlerden kalma eserlerin olduğu yeni seviyelere mi uzanıyordu? Yoksa hiçbir yere ulaşmayan çıkmaz bir geçit mi olacaktı? Delikten geçip karanlıkta bir süre öylece bakınırken heyecanım iyice artmıştı. Ayağımın altındaki taşların seslerinin yankılanmasından anladığım kadarıyla geniş bir odadaydım. Belki de çok geniş. Dikkatlice ayağa kalktım ve fenerimi yaktım. Işık odayı doldururken etrafıma hayranlıkla baktım. Burada hayallerimde bile olmayacak derecede değerli şeyler vardı!

Lambamdan çıkan ışık, yıkıntının ardındaki odayı doldururken etrafıma hayranlıkla baktım. Her taraf Dwemer alaşımlarının parıltıları ile doluydu. Antik şehrin el değmemiş bir yerini bulmuştum! Kalbim heyecandan çılgın gibi çarparken, etrafıma bakındım. Oda öylesine devasaydı ki tavan, ışığımın ulaşamayacağı kadar yükseğe odanın duvarları ise tüm hazineleri bana göstermeyecek denli uzaklara uzanıyordu. Her duvarda sıralar halında dizilmiş mekanik adamlar vardı, bir gariplikleri dışında öylece duruyorlardı: kafaları yerlerinden çıkarılıp ayaklarının dibine konulmuştu. Bu sadece tek bir manaya gelebilirdi – büyük bir Cüce soylusunun, belki de bir kralın mezarını keşfetmiştim! En ünlüsü Ransom’um Hammerfell’e ziyaretinde keşfettiğim olmak üzere daha önce de böylesi mezarlar bulmuştum. Ancak hiçbiri bu kadar dokunulmadan kalmamıştı. Şimdiye kadar.

Peki bu bir kraliyet mezarlığı ise mezar neredeydi? Çağlarca dokunulmamış kafasız vücutlar arasında camsı gözleri ile beni izlerlerken dikkatlice ilerlerdim. Hep Dwemerlerin lanetleri ile ilgili hikayeler duymuş ama batıl inanç olarak kabul edip gülüp geçmiştim. Ama şimdi, onların sonu olan bu yerdeki havayı, onlarla beraber soluyunca içimde bir korku sancısı hissettim. Hissedebiliyordum, burada benim varlığıma karşı olan kötü bir güç vardı. Bir süre durup etrafı dinledim. Her yer sessizdi.

Ama… etrafta sanki çok hafif tıslama sesi vardı, sanki birisi düzenli bir şekilde nefes alıyormuş gibi. Birden ani bir panik içimi doldurdu. Yıkılmış geçidin ardındaki gizemleri görebilmek için acele ettiğimden tehlikelere karşı silahlanmayı unutmuştum. Karanlığı bir hareket görebilmek için taradığımda yüzümden terler boşanıyordu. Birden fark etmiştim ki oda şimdiye kadarki tünellerden çok daha sıcaktı. Heyecanım geri dönmüştü. Acaba şehrin hala buhar şebekesine bağlı bir kısmını mı bulmuştum? Şehrin diğer yerlerindeki gibi borular duvarlar boyunca uzanıyordu. Birine yürüyüp elimi üzerine koydum. Neredeyse dokunulamayacak kadar sıcaktı! Sonra gördüm ki bazı yerlerde eski borular delinmiş ve dışarı buhar kaçırıyordu — duyduğum ses buydu. Kendi saflığıma güldüm.

Şimdi az önce tehlikeli görünen yanımdaki mekanik askerlere gülerek selam vererek çabucak odanın uzak ucuna ulaştım. Işığım karanlıkta bir kürsünün üzerinde duran devasa Dwemer kralının heykelini ortaya çıkarınca zaferle gülümsedim. İşte ödülü buydu! Kürsünün etrafında eski Dwemerların işlemeciliğine hayran kalarak yavaşça dolaştım. Altın kral, kubbeli tavanın altında yirmi ayak boyu ile, uzun sakalını gururla taşırken, metalik gözleri ile beni izliyor gibiydi. Ama batılcı halim çoktan geçmişti ve Dwemer kralına hayranlıkla bakıyordum. Onu çoktan benim kralım olarak görmeye başlamıştım bile. Yontulmuş zırha daha yakından bakabilmek için kürsüye çıktım. Birdenbire heykelin gözleri açıldı ve saldırmak için zırhlı elini bana doğru kaldırdı!
Altın kol az önce durduğum yere inip kıvılcımlar çıkarırken ben çoktan geri çekilmiştim bile. Ben kaçmaya çalışırken, buhar tislaması ve zırhından çıkan sesler arasında dev heykel kubbesinden bir adımla çıkıp gözleriyle beni takip ederek korkutucu bir hızla peşimden gelmeye başladı. Yumruk tekrar üzerime inerken bir yığının arkasına saklandım. Karmaşa da fenerimi düşürmüş, karanlıkta dev mekanizmanın arasında geçip tekrar tünelin güvenliğine dönebilmenin hesaplarını yapıyordum. Bu arada canavar nereye kaybolmuştu? Yirmi ayaklık dev bir altın kralın gözden kaçmasının zor olacağını düşünebilirsiniz ama hiçbir yerde görünmüyordu. Düşürdüğüm lamba ise odanın sadece ufak bir kısmını aydınlatıyordu. Karanlıkta herhengi bir yerde saklanıyor olabilirdi. Hızla sürünmeye başladım. Birdenbire önümdeki Dwemer askerleri canavar karşımda dikilince yıkılmaya başladılar. Canavar kaçış yolumu tıkamıştı! Beni geri çekilirken ardımdan gelen peşi peşine yumruklar beni odanın uzak köşesine kadar sürükledi. Sonunda kaçacak yerim kalmamıştı. Sırtımı duvara vermiştim. Düşmanıma bakıp buracıkta ölmeye hazırlandım. Dev yumruklar son bir darbe için kalktı.

Oda birdenbire ani bir ışık ile aydınlandı. Mor enerji yıldırımları, Dwemer canavarının metal zırhına çarparken, yeni düşmanını görmek için yarı şekilde arkasına döndü. Usta Arum gelmişti! Usta Arum’um yıldırımından etkilenmemiş olan dev heykel tekrar bana dönüp ilk davetsiz misafirini yok etmeye karar verdiğinden neredeyse biraz neşelenmek üzereydim. Dev yumruğunu beni yere mıhlamak için kaldırdığında “Buhar! Buhar!” diye bağırdım. Birden bir tislama ve ani keskin bir soğuk dalgası yüzüme geldi. Canavar beni yere gömmeden önce bir buz kabuğunun içinde kalakalmıştı. Usta Arum anlamıştı. Bir rahatlama ile duvara yaslandım.

Üzerimdeki buz birden parçalandı. Dev altın kral, üzerindeki buzlar dökülür halde tekrar zaferle karşımda duruyordu. Bu Dwemer canavarını durdurmanın bir yolu yok muydu?! Ama sonra birden gözünün ışıkları kayboldu, kolları yan tarafına doğru sarktı. Büyülü buz onun buharla çalışan sistemini soğutarak işini bitirmiş.

Usta Arum ve kazıcılarım etrafımı sarıp beni bu kılpayı kurtuluşumda tebrik ederken, düşüncelerim başka bir yere kaydı. İmparatoruk Şehrine dönüşümü hayal ettim, biliyordum ki işte bu en büyük zaferim olacaktı. Bu buluşun üzerinde daha ne olabilirdi ki? Belki de artık biraz daha ileriye gitmenin vakti gelmişti. Masalsı Argonia’nın Gözünü bulmak… işte bu tam bir darbe olurdu! Bu anın zaferini kutlayıp sıradaki maceramı düşünürken kendi kendime gülümsedim.