Gerçek Barenziah

Orijinal Adı:

The Real Barenziah

Bulunduğu Oyunlar:

Morrowind, Oblivion, Skyrim

Kitap Kategorisi:

Biyografi

Çevirmen:

Deniz Görmez

Bölüm 1

Beş yüz yıl önce Mücevherler Şehri, Mournhold’da, kör bir dul ve onun tek oğlu olan uzun boylu, gürbüz bir delikanlı yaşardı. Büyücülükteki kabiliyeti sınırlı olduğu için, Mournhold Kralı’nın madenlerinde basit bir işçi olarak çalışan babası gibi bu çocuk da bir madenciydi. Saygıdeğer bir işti fakat parası azdı. Annesi geçimlerine yardım etmek için meyveli kekler yapıp şehir pazarında satardı. İdare ediyorlardı, öyle derdi kadın, karınlarını doyuracak kadar yiyecekleri vardı, aynı anda kimse ikinci bir elbiseye sahip olmazdı, yine de çatı sadece yağmur yağdığında akardı. Fakat Symmachus daha fazlasını istiyordu. Madende kendisine yüklü bir kazanç sağlayacak, şanslı bir keşif yapmayı umuyordu. Boş zamanlarında meyhanede arkadaşlarıyla bira içmekten ve kart oyunları oynamaktan zevk alırdı. Hiçbirine uzun süre ilgi duymasa da birden fazla genç Elf kızının hem bakışlarını kendine çeker hem de onların içlerini çekmelerine sebep olurdu. Köylü kökenli, sıradan Bir Kara Elf idi, tek dikkat çekici özelliği iriliğiydi. Söylentilere göre onda biraz da Kuzeyli kanı vardı.

Symmachus on üç yaşındayken, Mournhold’da büyük bir şenlik vardı Kral ve Kraliçe’nin bir kız çocukları olmuştu. Bir Kraliçe, diye şarkılar söylüyordu halk, bir Kraliçe doğdu! Mournhold halkı için bir varisin doğumu, gelecekteki huzur ve refahın kesin bir işaretiydi.

Bu asil çocuğun Ad Verme Töreni geldiğinde, madenler kapatıldı ve Symmachus en güzel kıyafetini giymek için fırlayıp evine gitti. “Törenden sonra doğruca eve gelip olan biten her şeyi sana anlatacağım,” diyerek söz verdi, törene katılmayacak olan annesine. Annesi rahatsızdı üstelik bütün Mournhold bu kutsal olayın bir parçası haline geldiğinden büyük bir kalabalık olacaktı törende, her halükarda kör olduğu için zaten hiçbir şey göremeyecekti kadın.

“Oğlum,” dedi kadın. “Gitmeden önce bana bir şifacı yahut bir rahip getir yoksa sen gelmeden evvel bu ölümlü dünyadan göçebilirim.”

Symmachus hemen annesinin yattığı şiltenin yanına gelip elini alnına koydu ve endişeyle alnının çok sıcak ve nefes alışının çok zayıf olduğunu fark etti. Altında birikmiş paralarının saklı olduğu ahşap zemindeki tahtalardan birini kaldırdı. Tedavi için bir rahibe yetecek para yoktu. Ellerinde olanı verip kalanı borçlanmak zorundaydı. Symmachus paltosunu kapıp aceleyle çıktı.

Sokaklar aceleyle kutsal koruluğa gitmeye çalışan insanlarla doluydu; fakat tapınaklar kapalıydı. “Tören için kapatıldı,” yazıyordu bütün tabelalarda.

Symacchus kalabalığın içinden yolunu ite kaka açıp kahverengi cübbeli bir rahibi yakalayabildi. “Törenden sonra, kardeşim,” dedi rahip, “eğer altının varsa memnuniyetle anneni ziyaret ederim. Kral Hazretleri bütün rahiplerin katılmasını emretti ve şahsen ben, onu gücendirmeyi arzu etmem.”

“Annem çok hasta,” dedi Symmachus yalvararak. “Eminim Kral Hazretleri kendi halinde bir rahibin yokluğunu fark etmez.”

“Haklısın fakat Archanon fark edecektir,” dedi rahip sinirli bir şekilde, cübbesini umutsuzca kavramış olan Symmachus’un elinden çekip, kalabalığın arasında kaybolurken.

Symmachus başka rahiplerden ve hatta birkaç büyücüden yardım istedi fakat sonuç farklı değildi. Zırhlı muhafızlar yoldan geçiyordu, mızraklarıyla onu kenara ittiler ve Symmachus prensesin yaklaştığını fark etti.

Şehrin hükümdarlarının armasını üzerinde taşıyan araba yaklaşınca, Symmachus kalabalığın arasından sıyrılıp bağırdı, “Efendimiz, Efendimiz! Annem ölüyor!”

“Bu muhteşem gecede ölmesini yasaklıyorum!” diye bağırdı Kral, gülerek ve kalabalığa altınlar saçarak. Symmachus bu asil nefesteki şarap kokusunu alabilecek kadar yakındı. Arabanın diğer tarafında Kraliçe bebeği göğsüne bastırıp, kısık gözlerle Symmachus’a baktı, asil burnu kibirle ışıldıyordu.

“Muhafızlar!” diye bağırdı. “Çekin şu sersemi.” Kaba eller Symmachus’u kavradı. Dövüldü, yarı baygın bir halde yolun kenarına atıldı.

Symmachus, sızlayan başıyla, kalabalığın epeyce gerisinde, bir tepenin üzerinden Ad Verme Töreni’ni izledi. Aşağıda kahverengi cübbeli rahiplerle mavi cübbeli büyücülerin asillerin yakınında toplandıklarını görebiliyordu.

Barenziah.

Yüksek Rahip kundaktaki bebeği yukarı kaldırıp ufkun her iki yanındaki ikiz aylara: doğan Jone ve batan Jode’a onu sunarken, ses Symmachus’un kulaklarına çok silik bir şekilde ulaştı.

“İşte Mornhold diyarının prensesi Leydi Barenziah! Ey siz lütufkar tanrılar, Ona baht ve bilgeliğinizden nasip edin ki bilgiyle ve mutlulukla, tıpkı ataları gibi Mournhold’u daima başarıyla yönetsin.”

“Onu kutsayın, onu kutsayın” bütün insanlar, elleri yukarıda Kral ve Kraliçe ile birlikte bunu söylemeyi tekrarladılar.

Sadece Symmachus sessizce durdu, başı eğik, annesinin artık hayatta olmadığını kalbinde hissederek. Ve sessizliği içinde büyük bir yemin edip kralın felaketi olacağına, annesinin gereksiz ölümünün intikamını alacağına, Barenziah’i kendine gelin yapacağına ve annesinin doğacak torununun Mournhold’u yöneteceğine yemin etti.

Törenden sonra, duygusuzca tören alayının saraya geri dönüşünü izledi. İlk basta konuştuğu rahibi gördü. Rahip bu sefer Symmachus’un sahip olduğu altınlar ve daha fazlasının sözü karşılığında memnuniyetle geldi.

Annesini ölü buldular.

Rahip içini çekti ve altın kesesini cübbesini bir yerine tıkıştırdı. “Üzgünüm, kardeşim. Altının kalanını boş verebilirsin, burada yapabileceğim bir şey yok. Büyük ihtimalle-“

“Paramı geri ver!” diye öfkeyle homurdanıp, rahibin lafını ağzına tıktı Symmachus. “Onu kazanmak için hiçbir şey yapmadın!” Sol kolunu tehditkar bir şekilde havaya kaldırdı.

Rahip lanet okumak için geri çekildi fakat daha üç kelimeden fazlası ağzından çıkmadan Symmachus suratına vurdu. Şiddetle yere düştü, başını sertçe ocağı çevreleyen sivri taşlardan birine vurdu. Rahip oracıkta öldü.

Symmachus altını kapıp şehirden kaçtı. Kaçarken, bir kelimeyi bir büyücünün ilahisi gibi tekrar tekrar mırıldanıyordu. “Barenziah,” diyordu. “Barenziah, Barenziah.”

Barenziah sarayın balkonlarından birindeydi, göz kamaştırıcı zırhları içinde volta atan askerlerin bulunduğu avluya bakıyordu. Az sonra sıra düzeni aldılar. Kral ve Kraliçe baştan ayağa siyah zırhlara bürümüş, mor renkli uzun kürkleri arkalarından sarkar şekilde saraydan çıkarlarken onları coşkuyla selamladılar. Görkemli bir şekilde süslenmiş siyah atlar onlar için getirildi ve atlara binip avlunun kapılarına doğru sürdüler ve Barenziah’i selamlamak için döndüler.

“Barenziah!” diye bağırdılar. “Sevgili Barenziah, hoşça kal!”

Küçük kız gözyaşlarına engel olup bir eliyle cesurca onlara el sallarken diğer eliyle kucağında tuttuğu Wuffen adını verdiği gri kurt yavrusunu sıkıca göğsüne bastırdı. Daha önce ebeveynlerinden ayrılmamıştı ve bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikri yoktu, tek bildiği batıda bir savaşın başladığı ve Tiber Septim adının korku ve nefretle karışık şekilde bütün ağızlarda olduğuydu.

“Barenziah!” diye bağırdı askerler, mızraklarını, kılıçlarını ve yaylarını havaya kaldırarak. Sonra değerli ebeveynleri dönüp atlarını sürdüler, şövalyeler onların peşinden gitti, ta ki bütün avlu boşalıncaya kadar.

Günün birinde Barenziah dadısı tarafından sarsılarak uyandırıldı, aceleyle giydirildi ve saraydan çıkarıldı.

O korkunç zamanlardan tek hatırlayabildiği, alev alev yanan gözleriyle bütün gökyüzünü kaplayan muazzam bir gölgeydi. Elden ele dolaştırıldı. Yabancı askerler görünüp, kayboldu ve bazen tekrar ortaya çıktı. Dadısı ortadan kayboldu ve yerini yabancı birileri aldı, diğerlerinden daha bir garip yabancılar. Günlerce, belki de haftalarca seyahat ettiler.

Bir sabah arabadan adımını dışarı, boşluğun ortasında taştan kocaman gri bir kalenin yükseldiği, yamalanmış gibi gri-beyaz karla kaplı sonsuz gri-yeşil tepelerin olduğu bu soğuk yere atmak üzere uyandı. Wuffen’i kucaklayıp titreyerek gri ufka baktı, bütün bu sonsuz boşlukta çok küçük ve çok karamsar hissediyordu, bu sonsuz gri-beyaz boşlukta.

O ve birkaç gündür beraber seyahat ettiği kahverengi derili, siyah saçlı hizmetçi Hana, kalenin içine girdiler. Odalardan birinde iri buz grisi-sarı saçlı, beyaz bir kadın, büyük bir ocağın yanında ayakta duruyordu. Barenziah’i tüyler ürpertici, parlak mavi gözleriyle süzdü.

“O fazla esmer değil mi?” dedi Hana’ya kadın. “Daha önce hiç Kara Elf görmemiştim.”

“Onlar hakkında ben de çok fazla şey bilmiyorum Leydim,” dedi Hana. “Fakat bunun kızıl saçları ve ona eş bir huyu var, bunu söyleyebilirim. Kendinize dikkat edin. Isırır. Ve daha kötüsü.”

“Yakında onu bu huyundan vazgeçtiririm,” diye burun kıvırdı diğer kadın. “Peki, şu kucağındaki pis şey nedir? Iyy!” Kadın Wuffen’i kapıp yanan ocağın içine attı.

Barenziah avazı çıktığı kadar bağırdı ve bıraksalar kendini onun peşinden ateşin içine atardı fakat bütün ısırma ve tırnaklarıyla onlara saldırma girişimlerine rağmen ellerinden kurtulamadı. Zavallı Wuffen yanıp ufacık kapkara bir kül yığını haline geldi.

Barenziah, Kont Sven ve onun karısı Leydi Inga’nın vesayeti altında, Skyrim bahçesine ekilmiş yabani bir ot gibi büyüdü. Dışarıdan bakıldığında olanlara boyun eğmiş gibiydi fakat içinde her zaman soğuk ve boş bir yer vardı.

“Öz kızım gibi yetiştirdim onu,” derdi ziyarete gelenlere. Dedikoduya oturduğunda iç çekmeye alışmıştı Leydi Inga. “Fakat o bir Kara Elf. Ne bekleyebilirsin ki?”

Barenziah bu konuşmalara kulak misafiri olmamalıydı. En azından ona olmaması öğretilmişti. Duyma yeteneği ev sahipleri olan Kuzeylilerden daha keskindi. Diğer arzu edilmeyen Kara Elf özellikleri arasında çalmak, yalan söylemek, sihri kötüye kullanmak vardı. Ufak bir ateş büyüsü oraya, biraz havaya yükselme büyüsü şuraya. Ve büyüdükçe, hoş duygular uyandırabilen ve hediyelerle onu şaşırtabilen erkeklere güçlü bir ilgi. Inga bu sonuncusunu Barenziah’a mantıksız gelen sebeplerle onaylamadı, bu yüzden bunu mümkün olduğunca saklı tutma konusunda çok dikkatliydi.

“Çocuklarla arası mükemmel,” diye ekledi Inga, hepsi de Barenziah’tan küçük beş oğlunu kastederek. “Onlara bir zarar gelmesine müsaade edeceğine inanmıyorum.” Jonni altı, Barenziah da sekiz yaşındayken özel bir öğretmen tutulmuştu ve beraber ders almışlardı. Silahlar konusunda da eğitim almak istemişti fakat bunun düşüncesi bile Kont Sven ve Leydi Inga’yi dehşete düşürmüştü. Yinede Barenziah’a küçük bir yay verildi ve oğlanlarla beraber atış talimi yapmasına izin verilmişti. Yapabildiği zamanlarda silahlarla alıştırma yaptıklarında onları izliyordu, etrafta yetişkinler yokken onlarla güreşiyordu ve biliyordu ki onlar kadar ya da onlardan daha iyiydi.

“O çok… gururlu yine de, değil mi?” diye Inga’ya fısıldadı leydilerden biri. Barenziah, duymamış gibi davranıp, onaylar bir şekilde başını salladı. Kont ve Leydi karşısında üstün hissetmekten kendini alamıyordu. Onları küçümseme duygusu uyandıran bir şeyler vardı.

Daha sonra öğrendi ki Sven ve Inga, Karamoor Kalesi’nin son soylu sahiplerinin uzaktan kuzenleriydiler. Sonunda anladı. Onlar hükümdar olmak şöyle dursun, numaracı, adi sahtekarlardan başka bir şey değillerdi. En azından hükmetmek için yetiştirilmemişlerdi. Bu düşünce garip bir şekilde içinin onlara karşı öfkeyle dolmasına sebep oldu, kinden doğan sağlam, açık bir nefret iplerinden boşanmıştı. Artık onları asla korkulmayacak, ancak küçük görülebilecek, nahoş ve iğrenç böcekler olarak görüyordu.

Ayda bir İmparator’dan bir ulak gelir, Sven ve Inga için küçük bir kese altın ve Barenziah için onun en çok zevk aldığı sey olan, Rüzgartepe’den toplanmış büyük bir torba mantar getirirdi. Böyle durumlarda, düzgün ve bakımlı görünmesi için uğraşılırdı -ya da Inga’nın gözünde sıska bir Kara Elf ne kadar düzgün ve bakımlı olabilirse o kadar- ulakla kısa bir görüşme yapması için huzura çağırılmadan önce. Aynı ulak çok nadiren ikinci kez gelirdi fakat hepsi de ona bir çiftçi pazara götürmek için hazırladığı domuza nasıl bakıyorsa öyle bakıyordu.

On altıncı yılın baharında, Barenziah yine ulağın kendisine artık pazara gitmeye hazırmış gibi baktığını düşündü.

Bu düşünce üzerine, artık pazarda satılmak istemediğine karar verdi. Seyislik yapan delikanlı, iri, kaslı, sarışın oğlan Straw birkaç haftadır onunla kaçması için ısrar ediyordu. Straw sakar, kibar, sevecen ve birazda saf biriydi. Bir gün Barenziah ulağın bıraktığı altın kesesini çaldı ve kilerden mantarları aldı. Jonni’nin ceketlerinden ve atılmış kısa pantolonlarından birini giyip erkek kılığına girdi ve güzel bir bahar akşamında Straw’la beraber ahırdaki en iyi iki atı alıp gecenin içinde Straw’ın gitmek istediği tek yer olan Akçay’a, en yakındaki dikkate değer tek şehre doğru dörtnala sürdüler atları. Fakat Mournhold ve Rüzgartepe de doğudaydı ve bir mıknatıs demir parçalarını nasıl çekerse onlar da Barenziah’i öyle çekiyordu.

Sabah olunca Barenziah’ın ısrarıyla atları bıraktılar. Onların yokluğunun fark edileceğini ve izlerinin sürüleceğini biliyordu. Kendilerini takip eden birileri varsa onları atlatmayı umuyordu. Öğleden sonraya kadar yürüyerek devam ettiler, hep yan yollardan gittiler ve terk edilmiş bir kulübede birkaç saat uyudular. Şafaktan önce tekrar yola koyuldular ve şafakta Akçay şehrinin kapılarına vardılar. Barenziah, Straw için sözde kimlik yapmış, yerel bir lord tarafından şehirdeki bir tapınağa getir götür işleri yapması için gönderildiğini gösteren eğreti kağıtlar hazırlamıştı. Kendisiyse havaya yükselme büyüsünün yardımıyla duvarın üzerinden süzülerek geçmişti. Doğru düşünmüştü, çünkü muhafızlar şimdiye kadar çoktan beraber seyahat eden bir Kara Elf kız ile genç Kuzeyli bir erkek için gözlerini dört açmaları konusunda uyarılmış olmalıydılar. Diğer taraftan, yalnız gezen Straw gibi köylüler burada gayet olağandı. Yalnızken elinde kağıtlarla Straw’ın dikkat çekmesi pek olası değildi.

Basit planı pürüzsüzce işledi. Straw’la kapıdan çok uzak olmayan tapınakta buluştu; daha önce çeşitli nedenlerle birkaç kez Akçay’da bulunmuştu, ancak Straw doğum yeri olan Sven’in kalesinden birkaç milden fazla uzaklaşmamıştı hiç.

Birlikte Akçay’ın daha fakir olan kesimindeki adi bir meyhaneye gittiler. Sabahın serininden korunmak için giydiği eldivenleri, pelerini ve başlığı sayesinde Baenziah’ın siyah teni ve kızıl gözleri kimse tarafından görülmedi ve hiç kimsenin dikkatini çekmediler. Meyhaneye ayrı ayrı girdiler. Tek kişilik bir oda, kocaman bir yemek ve iki sürahi bira için hancıya parayı Straw ödedi. Barenziah birkaç dakika sonra gizlice içeri girdi.

Keyifle yiyip içtiler, kaçışlarını kutladılar ve dar karyola üzerinde ateşli bir şekilde seviştiler. Sonra deliksiz ve rüyasız bir uykuya daldılar.

Akçay’da bir hafta kaldılar. Straw ayak işleri yaparak biraz para kazandı, Barenziah da geceleri birkaç evi soydu. Erkek kılığında dolaşmaya devam etti. Saçını kısa kesip alev kırmızısına, buklelerini de siyaha boyadı iyice tanınmaz olmak için ve gözlerden uzak durdu mümkün olduğunca. Akçay’da sadece bir iki Kara Elf vardı.

Bir gün Straw doğuya giden bir ticaret karavanında koruma görevi olarak geçici bir iş buldu. Tek kollu çavuş Barenziah’a şüpheyle baktı.

“Heh” diye gülümsedi alaycı bir şekilde, “Kara Elf, sana kervanı teslim etmek kurda sürüyü emanet etmek demek değil mi? Öyle ya, öyle. Yine de adama ihtiyacım var ve Rüzgartepe’nin çok yakınına gitmiyoruz, yani halkına sığınıp bize ihanet edemezsin. Hem haydutlar senin boğazını da benimki kadar memnuniyetle keseceklerdir.”

Çavuş, Straw’ı süzmek için ona doğru döndü. Sonra ansızın kılıcını çekip Barenziah’a döndü. Fakat o göz açıp kapayıncaya kadar hançerini çekip savunma pozisyonu almıştı bile. Straw kılıcını çekip adamın arkasına geçti. Çavuş kılıcını bırakıp yine güldü.

“Fena değil çocuklar, hiç fena değil. Şu yayla nasılsın bakalım Kara Elf?” Barenziah kabiliyetini kısaca gösterdi. “Tamam, fena değil, hiç fena değil. Hem sen geceleri daha iyi görürsün, kulakların da daha keskindir. Güvenilir bir Kara Elf sağlam bir savaşçı kadar iyidir, bilirim. Bizzat Symmachus’un emri altında görev yaptım bu kolu kaybedip İmparator’un ordusundan çürüğe çıkarılıncaya kadar.”

“Onlara ihanet edebilirdik. İyi para verecek adamlar tanıyorum,” dedi Straw daha sonra, son kez harap kulübede yattıkları gece. “Ya da onları kendimiz soyabilirdik. Çok zenginler, şu tüccarlar, Berry.”

Barenziah güldü. “O kadar çok parayla ne yapacağız? Hem ayrıca yolculuk için onların bizim korumamıza ihtiyacı olduğu kadar bizim de onlarınkine ihtiyacımız var.”

“Ufak bir çiftlik alırdık, sen ve ben, ah Berry – ve yerleşirdik, her şey çok güzel olurdu.”

Köylü, diye düşündü Barenziah küçümseyerek. Straw bir köylüydü ve köylülere ait umutlardan başka bir şey beslemiyordu. Fakat bütün söylediği, “Orada olmaz, Straw, Darkmoor’a çok yakınız. Daha doğuda başka fırsatlarımız olacak.”

Karavan sadece Sunguard’a kadar doğuya gitti. İmparator I. Tiber Septim nispeten güvenli anayollar ve düzenli devriyeler oluşturmak konusunda epeyce iş yapmıştı. Fakat geçiş ücretleri yüksekti ve bu karavan da onlardan mümkün olduğunca kurtulmak için yan yollardan gidiyordu. Bu onları haydutlarla karşılaşma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyordu, insan, Ork ve birçok farklı ırktan oluşan, serseri mayın gibi etrafta dolanan birçok eşkıya sürüsüyle. Fakat ticaretin riskleri de karları da böyle durumlardan doğuyordu.

Sunguard’a ulaşmadan önce bu türden iki karşılaşma yaşamışlardı – Barenziah’in keskin işitme duyusu sayesinde herkesin bir halka oluşturarak pusucuları şaşırtmaya vakit buldukları bir saldırı ve bir de Khajiit, Orman Elfi ve insanlardan oluşan karma bir grubun düzenlediği bir gece saldırısı. Sonuncusunu düzenleyenler deneyimli bir gruptu, Barenziah bile yaklaştıklarını zamanında duyup yeterince erken uyaramamıştı herkesi. Bu sefer kavga dişe dişti. Saldırganlar püskürtüldü, ancak karavanı koruyan diğer adamlardan ikisi de haydutlar tarafından öldürüldü, Kendisine saldıran haydudun boğazını kesmeden önce Straw da bacağından kötü bir yara aldı.

Barenziah ise hayatından memnundu. Geveze çavuş bile onu sevmeye başlamıştı ve o da akşamlarının çoğunu kamp ateşinin etrafında oturup onun, Tiber Septim ve General Symmachus ile katıldığı Rüzgartepe seferiyle ilgili anılarını dinleyerek geçiriyordu. Bu Symmachus’un Mournhold düştükten sonra general yapıldığını söyledi çavuş. ” Symmachus, o çok iyi bir askerdi. Lakin o Rüzgartepe işinde askerlikten başka bir şeyler vardı, anlarsın ya. Ama siz zaten biliyorsunuzdur herhalde.”

“Yo. Hayır, ben hatırlamıyorum,” dedi Barenziah, kayıtsız görünmeye çalışarak. “Hayatımın çoğunu Skyrim’de geçirdim. Annem Skyrim’den bir adamla evlendi. İkisi de öldüler. Bana anlatır mısın? Mournhold Kral ve Kraliçesi’ne ne oldu?”

Çavuş omuz silkti. “Hiç duymadım. Öldüler herhalde. Ateşkes imzalanana kadar çok kanlı çarpışmalar oldu. Şimdi oldukça sessiz. Belki de aşırı sessiz. Tıpkı fırtınadan önceki sessizlik gibi. Söyle bakalım, evlat, oraya geri mi dönüyorsun?”

“Belki,” dedi Barenziah. Gerçekteyse karşı konulamaz bir şekilde Rüzgartepe’ye ve Mournhold’a sürükleniyordu, tıpkı yanan bir eve sürüklenen güve gibi. Straw bunu sezmişti ve bu konuda mutsuzdu. Erkek kılığına girdiği için Barenziah ile yatamadığından zaten mutsuzdu. Barenziah da özlemişti onunla birlikte olmayı ama görünüşe göre Straw kadar değil.

Çavuş geri dönüş yolculuğu için de kalmalarını istedi fakat teklifini geri çevirdiklerinde onlara yine de fazladan para verdi.

Straw Sunguard yakınlarında kalıcı olarak yerleşmeyi istedi fakat Barenziah doğuya olan yolculuklarına devam etme konusunda ısrar etti. “Ben Mournhold’un yasal Kraliçesiyim,” dedi, emin değildi yine de – yoksa kayıp, şaşkın bir çocuğun uydurduğu bir hayal miydi bu?

“Eve gitmek istiyorum. Eve gitmem gerek.” En azından bu doğruydu.

Birkaç hafta sonra doğuya giden başka bir karavanda yer bulmayı başardılar. Kış başlarında Rahne’deydiler ve Rüzgartepe sınırına yaklaşıyorlardı. Fakat günler geçtikçe hava gittikçe kötüleşti ve hiçbir tüccar kervanının bahar ortasına kadar yola çıkmayacağı söylendi.

Barenziah şehir duvarlarının üzerinde durup vadinin karşısında karla kaplı bir duvar gibi yükselip Rüzgartepe’yi koruyan dağlara baktı.

“Berry,” dedi Straw yumuşak bir sesle. “Mournhold hala çok uzak, neredeyse geldiğimiz yol kadar daha yolumuz var. Ve aradaki topraklar vahşi kurtlarla, haydutlarla, orklarla ve daha da kötü birçok yaratıkla dolu. Bahara kadar beklememiz gerek.”

“İşte Silgrod Kulesi orada,” dedi Berry, ufak Kara Elf kasabasının etrafında kurulduğu, Skyrim ve Rüzgartepe arasındaki sınırı koruyan kuleyi işaret ederek.

“Köprüyü koruyan muhafızlar benim geçmeme izin vermezler, Berry. Onlar İmparatorluk askerleri. Rüşvetle kandıramayız. Eğer gidersen, yalnız gidersin. Seni durdurmaya çalışmam. Ama ne yapacaksın? Silgrod Kulesi İmparatorluk askerleriyle dolu. Onların çamaşırcısı mı olacaksın? Ya da hizmetçisi?”

“Hayır,” dedi Barenziah yavaşça, düşünceli bir şekilde. Aslında pek de kötü bir fikir değildi. Pek tabii askerlerle yatarak da biraz para kazanabilirdi. Skyrim’i geçerlerken, tekrar bir kadın gibi giyinip Straw’dan gizlice uzaklaştığında o türden birkaç macerası olmuştu. Sadece biraz değişiklik arıyordu o zamanlar. Straw hoştu fakat sıkıcıydı. Birlikte olduğu adamlar sonradan kendisine para teklif ettiğinde şaşırdı fakat oldukça da hoşlandı bundan. Straw ise bundan hiç memnun olmamıştı, eğer onu yakalarsa ilk önce bağırıp çağırır sonra da günlerce somurturdu. O çok kıskançtı. Yaptığından ya da yapabileceğinden değil ama, onu terk etmekle bile tehdit etmişti.

Fakat İmparatorluk Muhafızları her açıdan oldukça sert ve acımasız kişilerdi. Yolculukları sırasında Barenziah korkunç bazı hikayeler duymuştu onlar hakkında. İçlerinden açık ara en çirkini ise kamp ateşi etrafında eski askerler tarafından gururla anlatılırdı. Onu ve Straw’u korkutmak için abarttıklarını biliyordu fakat bu vahşi hikayelerin altında yatan gerçekler olduğunu da kavramıştı. Straw bu türden müstehcen konuşmalardan nefret ediyordu ve şimdi Barenziah bunları duymak zorunda kaldığı için daha fazla nefret etmişti. Ama yine de içinde bu anlatılanlardan etkilenen bir kısım da vardı.

Barenziah bunu hissetti ve Straw’ı kendisine başka kadınlar da bulması konusunda cesaretlendirdi. Ama o kendisinden başka hiç kimseyi istemediğini söyledi. Barenziah ise açık yüreklilikle ona karşı o şekilde hisler beslemediğini fakat kendisinden herkesten daha çok hoşlandığını söyledi. “O zaman neden başka erkelere gidiyorsun?” diye sordu Straw.

“Bilmiyorum.”

Straw içini çekti. “Kara Elf kadınları böyleymiş derler.”

Barenziah omzunu silkti gülümseyerek. “Bilmiyorum. Ya da hayır.. Belki de biliyorumdur. Evet, biliyorum.” Dönüp Straw’u tutkulu bir biçimde öptü. “Sanırım tek açıklama bu.”

Bölüm 2

Barenziah ve Straw şehrin varoşlarda ucuz bir oda kiralayıp kışı Vadi’de geçirdiler. Barenziah kendi başına iş yaparken yakalanırsa sorun olacağını bildiği için Hırsızlar Loncası’na girmek istedi. Bir gün, bir meyhanede loncanın tanınan bir üyesinin dikkatini çekti, Therris adında gözü pek, genç bir Khajiit. Eğer loncaya girmesine yardım ederse onunla yatmayı teklif etti. Sırıtarak baktı ve kabul etti adam fakat yine de bir kabul töreninden geçmesi gerektiğini söyledi.

” Ne çeşit bir kabul töreni? “

“Ah” dedi Therris. -Önce ödemeyi yap tatlım.-

[Bu kısım Tapınağın emriyle sansürlenmiştir.]

Straw onu bu sefer öldürecekti, belki Therris’i de. Bunu yaparken aklı neredeydi? Odanın içine endişeli bir bakış attı fakat diğer müşteriler ilgilerini yitirip kendi işlerine dönmüşlerdi. Hiçbirini tanıyamadı; burası Straw’la birlikte kaldıkları meyhane değildi. Şansı varsa Straw olanları öğrenene kadar biraz zaman geçerdi ya da hiç öğrenemezdi.

Therris şu ana dek tanıdığı adamlar arasında açık ara en ilgi çekici olandı. Barenziah’a sadece Hırsızlar Loncası’nın bir üyesi olabilmesi için gereken yetenekleri söylemekle kalmadı aynı zamanda onlar hakkında bizzat eğitti onu ya da eğitebilecek birileriyle tanıştırdı.

Bunların arasında büyüler hakkında bilgisi olan bir kadın da vardı. Katisha, etine dolgun ve ağırbaşlı bir Kuzeyliydi. Bir demirciyle evliydi, iki çocuğu vardı. Kedilere düşkün olması haricinde (ve bu nedenle Khajiitlere) mükemmel bir şekilde sıradan ve saygıdeğerdi. Belirli türde büyülerde yeteneği ve az çok garip arkadaşları vardı. Barenziah’a bir görünmezlik büyüsü öğretti ve onu diğer gizlilik ve kılık değiştirme yöntemlerinde eğitti. Katisha büyülü ve gayri-büyülü yöntemleri rahatça birbirine karıştırarak kullanıyor, birini etkisini artırmak için diğerinden faydalanıyordu. Hırsızlar Loncası’nın bir üyesi değildi fakat Therris’e bir tür annelik içgüdüsü ile bağlıydı. Barenziah daha önce hiçbir kadına olmadığı şekilde ona ısınmıştı ve önlerindeki birkaç hafta boyunca sürekli kendinden bahsetmişti.

Bazen Straw’ı da oraya götürürdü. Straw onun Katisha ile olan arkadaşlığını onaylamıştı. Ama Therris ile olanı değil. Therris, Straw’ı “ilginç” buluyordu ve Barenziah’a “üçlü yapmayı” teklif etti.

“Asla olmaz,” dedi kararlı bir şekilde, çok şükür ki Therris konuyu yalnız oldukları bir sırada açmıştı bu sefer. “Straw bundan hoşlanmaz. Ben de hiç hoşlanmam!”

Therris kendine has, üç köşeli ve cezp edici kedi gülümsemesini yapıp, bacaklarını gererek ve kuyruğunu kıvırarak tembelce yayıldı sandalyesine. “Çok beğenebilirdiniz. İkiniz de. Çift olmak çok sıkıcı.”

Barenziah hiçbir şey söylemeden kötü bir bakış atarak verdi cevabını.

“Ya da o yanındaki köy budalasıyla sevmezdin belki tatlım. Yanımda başka bir arkadaşı getirsem senin için sorun olur muydu?”

“Evet, olurdu. Eğer benden sıkıldıysan sen ve arkadaşın kendinize başka birini bulabilirsiniz.” Artık Hırsızlar Loncası’na üyeydi. Kabul töreninden geçmişti. Therris’i kullanışlı buluyordu fakat vazgeçilmez de değildi. Belki de ondan da sıkılmıştı artık.

Katisha ile erkeklerle yaşadığı problemler hakkında konuştu. Ya da problem sandığı şeyler hakkında. Katisha kafasını salladı ve ona cinsellik değil aşk aradığını, doğru adamı bulduğu zaman bunu anlayacağını, ne Straw’ın ne de Therris’in onun için doğru adam olduğunu söyledi.

Barenziah soru soran bir ifadeyle kafasını bir yana eğdi. “Diyorlar ki Kara Elf kadınları fa–fa–bir şey. Fahişe?” dedi. Pek emin olamasa da.

“Pek seçici değiller diyelim biz. Gerçi bazılarının sonradan fahişe olup çıktıklarını düşünürsek.” dedi Katisha bir kez daha düşününce. “Elfler gençken erkeler konusunda pek seçici değillerdir. Fakat büyüdükçe bu alışkanlığını bırakacaksın. Belki başladın bile bırakmaya,” diye ekledi ümitle. Barenziah’ı sevmişti, oldukça bağlanmıştı ona. “Sadece düzgün Elf oğlanlarıyla tanışman gerek. Eğer böyle Khajiitlerle, insanlarla ve önüne kim gelirse arkadaşlık etmeye devam edersen çok geçmeden kendini hamile bulursun.”

Barenziah bu düşünce karşısında istemsiz olarak gülümsedi. “Bunu isterdim. Sanırım. Ama zahmetli olurdu, değil mi? Bebekler bir sürü problem yaratır, hem daha başımı sokacak bir evim bile yok.”

” Kaç yaşındasın Berry? On yedi mi? Eğer çok şansız değilsen doğurgan olana kadar bir ya da iki yıl daha var önünde. Öyle olmasa bile Elfler çocuk sahibi olmak için can atmazlar, yani eğer onlarla beraber olursan bir şey olmaz. “

Barenziah başka bir şey daha hatırladı. “Straw bir çiftlik alıp benimle evlenmek istiyor.”

“Sen istiyor musun?”

” Hayır. Şimdilik istemiyorum. Belki bir gün. Evet bir gün. Ama eğer kraliçe olamazsam olmaz. Ve herhangi bir kraliçe değil. Mournhold Kraliçesi.” Bunu kararlı bir şekilde söyledi, adeta herhangi bir şüpheyi boğmak istercesine inatçı bir ifadeyle.

Katisha bu son söylediklerini duymazlıktan geldi. Kızın normal olmayan hayal gücü hoşuna gitmişti, çalışan bir aklın işareti olarak varsaydı bunu. “Bence o gün gelmeden Straw çok yaşlı bir adam olur, Berry. Elfler çok uzun süre yaşarlar.” Katisha’nın yüzü bir anlığına, insanların tanrılar tarafından Elflere bahşedilen bin yıllık ömrü düşündüğü sıradaki imrenen, arzulu yüz ifadesini aldı. Doğru belki şiddet ve hastalıklar yüzünden çok azı gerçekten o kadar yaşadı. Fakat bin yıl yaşayabilirler. Ve bir ya da ikisi o kadar yaşadı.

“Yaşlı erkelerden de hoşlanırım,” dedi Berry.

Katisha kahkahalarla güldü.

Therris masanın üzerindeki kağıtları düzenlerken Barenziah huzursuzlukla onu izliyordu. Titiz ve düzenli davranıyordu, dikkatli bir şekilde her şeyi bulduğu gibi bırakıyordu.

Straw’ı dışarıda gözcü olarak bırakıp soylu bir adamın evine girmişlerdi. Therris çok basit fakat gizlilik gerektiren bir iş olduğunu söylemişti. Therris başka bir Lonca üyesini bile getirmek istememişti. Berry ve Straw’dan başka hiç kimseye güvenemeyeceğini söylemişti.

“Ne aradığını söyle, ben bulurum,” diye fısıldadı Berry aceleyle. Therris’in gece görüşü onunki kadar iyi değildi ve o Berry’nin en ufak bir büyü yapmasını, ışık saçmasını istemiyordu.

Berry hiç bu kadar lüks bir yere girmemişti. Çocukluğunu geçirdiği, Leydi Inga ve Kont Sven’in Darkmooor kalesi bile burayla kıyaslanamazdı. Aşağıdaki süslü bir şekilde döşenmiş, çokça yankı yapan odalardan geçerlerken merakla etrafına bakınmıştı. Fakat Therris üst katta, çalışma odasındaki, üzerinde kitapların dizili olduğu masadan başka bir şeyle ilgileniyor gibi görünmüyordu.

“Şşşşşst” diye tısladı sinirle.

“Birisi geliyor!” dedi Berry, kapı açılmadan ve iki karanlık figür odaya adımını atmadan sadece bir saniye önce. Therris onu sertçe, gelenlerin üzerine doğru itekleyip camın olduğu yere atladı. Barenziah kaskatı kesildi, ne hareket edebildi ne de konuşabildi. Çaresizce figürlerden birinin, daha küçük olanın, Therris’in arkasında atlayışını izledi. İki çabuk, sessiz, mavi ışığın bıçak gibi saplandığını gördü, sonra Therris olduğu yere hareketsizce yığıldı.

Çalışma odasının dışında bütün ev, alarm çağrıları, telasli ayak sesleri ve aceleyle giyilen zırhların çıkardığı sesle ayaklanmıştı.

Daha iri olan adam, görünüşüne bakılırsa bir Kara Elf, yarı kaldırıp yarı sürükler bir şekilde Therris’i kapıya getirip onu bekleyen başka bir Elf’in kollarına attı. Kafasının ufak bir hareketiyle, mavi cübbeli bir kişi daha peşlerinden gitti. Sonra, bir kez daha hareket edebilen ve bunu denediği için de kafası deli gibi zonklayan Barenziah’ı incelemek için ona doğru yürüdü.

“Gömleğini aç, Barenziah,” dedi Elf. Barenziah sessizce ona bakıp kollarını sıkı sıkı doladı göğsüne. “Sen bir kızsın, değil mi Berry?” dedi yumuşak bir sesle. “Erkek gibi giyinmeyi aylar önce bırakmalıydın, biliyor musun? Sadece dikkati üzerine çekiyordun. Ve kendine Berry demen! Arkadaşın Straw başka bir şeyi aklında tutamayacak kadar salak mı?”

“Yaygın bir Elf adı,” diyerek kendini savundu Barenziah.

Adam kafasını salladı. “Ama Kara Elfler arasında değil, canim. Kara Elfler hakkında pek bir şey bilmiyorsun, değil mi? Buna pişmanım, lakin başka yolu yoktu. Ama sorun değil. Bunu düzeltmeye çalışacağım.”

“Sen kimsin?” diye sordu Barenziah.

“O kadar da ünlü değilmişim galiba,” diyerek omuz silkti adam, yüzünde eğri bir gülümsemeyle. “Ben Symmachus, Leydi Barenziah. Majesteleri Müthiş ve Korkunç I. Tiber Septim’in İmparatorluk Ordusu’nun Generali Symmachus. Söylemeliyim ki Tamriel boyunca sizi takip etmek oldukça hoştu. Ya da bu kısmı en azından. Tahminlerime göre ki tahminlerim doğru çıktı, sonunda Rüzgartepe’ye yönelecektiniz. Bir parça şansınız da vardı. Akçay’da Straw’a ait olduğunu sandığımız bir ceset bulduk. Biz de durup sizi aradık. Tamamen benim dikkatsizliğim. Yine de bu kadar uzun süre beraber olacağınızı düşünmemiştim.”

“O nerede? İyi mi?” diye sordu korku içinde.

“Oh, o iyi. Şimdilik. Gözaltında tabii ki.” Arkasını döndü. “Siz.. onu umursuyorsunuz o zaman?” dedi ve aniden keskin bir merakla ona baktı. İçinde Barenziah’ın kendi görüntüsünün yansıması olan ve ona garip gelen kırmızı gözleriyle.

“O benim arkadaşım,” dedi Barenziah. Kelimeler kulağına çok duygusuz ve umutsuz geldi.

“Görünüşe göre uygunsuz birkaç arkadaşınız var — eğer böyle ifade ettiğim için beni bağışlarsanız Leydim.”

“Beni böyle çağırmayı kes.” Generalin alaycılığı sinirini bozmuştu. Fakat general sadece gülümsedi.

Onlar konuşurken evin içindeki telaş ve koşuşturmaca kaybolmuştu. Yine de içeridekilerin, tahminen evin sakinlerinin çok uzaktan gelmeyen fısıldayışlarını duyabiliyordu. Uzun boylu Elf masanın bir köşesine yaslandı. Çok rahatlamış görünüyordu ve biraz kalmaya hazırlanıyor gibiydi.

Sonra aklına geldi. Birkaç uygunsuz arkadaş mı demişti? Bu adam onun hakkındaki her şeyi biliyordu! Ya da en azından yeterince şey biliyor gibiydi. Bu da onu şu düşünceye getiriyordu: “Onlara ne olacak? Bana ne olacak?”

“Ah. Bildiğiniz gibi bu ev bu bölgedeki İmparatorluk kuvvetlerinin komutanına ait. Bu demek ki bana ait.” Barenziah’ın nefesi kesildi ve Symmachus ani bir bakış attı ona. “Ne, bilmiyor muydunuz? Neden bu kadar sabırsızsınız Leydim, on yedi yaş için bile fazla bu. Her zaman ne yaptığınızı ya da kendinizi neyin içine soktuğunuzu bilmelisiniz.”

“Fa- fakat L- lonca b-bunu…” Barenziah titriyordu. Hırsızlar Loncası İmparatorluğu karşısına alacak bir şey yapmazdı. Kimse Tiber Septim’e karşı çıkmaya cesaret edemezdi, en azından tanıdığı hiç kimse. Lonca’dan biri çuvallamıştı. Hem de fena halde. Ve şimdi bedelini o ödeyecekti.

“Bence. Therris’in bu iş için Lonca’dan izin alması mümkün değil. Şaşılacak şey doğrusu–“

Symmachus çekmeceleri açarak dikkatlice masayı inceledi. İçlerinden birini seçip çıkardı, masanın üzerine koydu ve çekmecenin sahte tabanını kaldırdı. İçinde katlanmış bir parsömen vardı. Bir tür haritaya benziyordu. Barenziah biraz yaklaştı. Symmachus haritayı ondan sakladı, gülerek “Gerçekten de sabırsızsınız!” dedi. Şöyle bir göz atıp, katladı ve yerine koydu tekrar.

“Daha az önce bana bilginin peşinden gitmeyi öğütledin.”

“Doğru, doğru.” dedi kafasını sallayarak, birden morali yükselmiş gibi göründü. “Gitmemiz gerek leydim.”

Barenziah’a kapıya kadar eşlik etti, merdivenlerden aşağı inip dışarı çıktılar. Etrafta hiç kimse yoktu. Barenziah’ın gözleri gölgeleri tarıyordu. Ondan daha hızlı koşup koşamayacağını merak etti ya da onu bir şekilde atlatıp atlatamayacağını.

“Kaçmayı düşünmüyorsun, değil mi? Önce senin hakkındaki planlarımı duymak istemez misin?” Barenziah’a sesi biraz incinmiş gibi geldi.

“Mademki konuyu açtın, şimdi duymayı isterim.”

“Belki önce arkadaşlarınızın durumunu duymak istersiniz.”

“Hayır.”

Bu cevaptan hoşnut olmuşa benziyordu. Açıkçası istediği cevap buydu diye düşündü Barenziah; fakat bu aynı zamanda gerçeğin ta kendisiydi. Arkadaşları, özellikle de Straw için endişelense de kendi akıbeti için çok daha fazla endişeleniyordu.

“Hakkın olan Mournhold Kraliçesi unvanını ve tahtını alacaksın.”

Symmachus, kendisinin ve Tiber Septim’in Barenziah hakkındaki planının en baştan beri bu olduğunu anlattı. Mournhold, ayrıldığından beri on iki ya da daha fazla yıldır askeri yönetim altında olan şehir, kademeli olarak tekrar sivil bir yönetime devredilecekti. İmparatorluğun gözetimi altında tabii ki ve İmparatorluğun Rüzgartepe Vilayeti’nin bir parçası olarak.

“Fakat neden Darkmoor’a gönderildim?” diye sordu Barenziah, şu ana kadar duyduklarına inanmakta zorlanarak.

“Emniyetiniz için elbette. Neden kaçtınız?”

Barenziah omuz silkti. “Kalmak için hiçbir neden göremedim. Bana haber vermeliydiniz.”

“Şimdiye kadar haberi almıştınız. Aslında, İmparator’un ev halkı ile vakit geçirebilmeniz için sizi İmparatorluk Şehri’ne getirsinler diye birilerini yollamıştım. Fakat tabii ki, o zamana kadar siz–, şöyle diyelim mi?, kurtulmuştunuz. Kaderinizin size açıkça gösterdiği gibi. Bunu şimdiye dek görmüş olmalıydınız. Tiber Septim kendisine faydası olmayanları tutmaz — ve ona faydalı olmaktan başka ne olabilirdiniz ki?”

“Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ne de senin hakkında, açık konuşmak gerekirse.”

“O zaman şunu bilin: Tiber Septim dostları gibi hasımlarına da hak ettiklerini verir.”

Barenziah bunu düşündü bir süre.”Straw hiç kimseye zarar vermedi ve benden daha iyisine layık. Hırsızlar Loncası’na üye değil. Beni korumak için yanımda geldi. Ayak işlerinden kazandığı parayla bize baktı ve o.. o..”

Symmachus sabırsızca ellerini sallayarak onu susturdu. “Evet, evet. Straw hakkındaki her şeyi biliyorum,” dedi. “Ve Therris hakkındaki. ” Dikkatlice Barenziah’a baktı. “Ve? Ne istiyorsunuz?”

Derin bir nefes aldı. “Straw küçük bir çiftlik istiyor. Zengin olduğuma göre, ona bir çiftlik verilmesini istiyorum.”

“Çok iyi.” Buna şaşırmış ve memnun göründü. “Oldu. Alacak. Peki ya Therris?”

” O bana ihanet etti,” dedi Barenziah soğuk bir ifadeyle. Therris ona işin risklerini anlatmalıydı. Ayrıca kendisini kurtarmak için onu düşmanın kucağına itmişti. Ödüllendirilecek bir adam değil. Hayır, aslında, hiç de güvenilecek biri değil “.

“Yani?”

“Ona bunun için acı çektirmeli, değil mi?”

“Mantıklı geliyor. Bu acı ne şekilde verilsin kendisine?” dedi.

Barenziah ellerini yumruk yaptı. Khajiit’i kendi elleriyle cezalandırmayı isterdi. Fakat içinde bulunduğu durumu düşününce, bu pek kraliçeye yaraşır bir hareket gibi görünmedi. “Kırbaçlama. Ee… 20 kırbaç çok fazla mı olur sence? Kalıcı bir sakatlık oluşsun istemiyorum, anlarsın ya. Sadece ona bir ders ver. “

“Hay hay. Tabii ki.” Symmachus buna hafifçe gülümsedi. Sonra yüz ifadesi birden değişip ciddi bir hal aldı. “Yerine getirilecek, Mournhold Kraliçesi Barenziah.” Sonra onun önünde eğildi, ağır ağır, kibarca, muhteşem bir reverans.

Barenziah’in kalbi hopladı.

İki gününü Symmachus’un odasında geçirdi, bütün bu süre boyunca da oldukça meşguldü. Drelliane adında, tam olarak bir hizmetçi gibi görünmese de, ihtiyaçlarını gören bir Kara Elf bir kadın vardı, o ve Symmachus’la beraber sofraya oturuyordu. Symmachus’un eşi ya da sevgilisi gibi de görünmüyordu. Barenziah ona bu konuyu sorunca Drelliane bunu biraz komik bulmuştu. Sadece General’in hizmetinde olduğunu ve o ne isterse onu yaptığını söyledi.

Drelliane’in yardımı sayesinde kendisi için birkaç güzel elbise ile ayakkabılar sipariş edildi ve bir binici kıyafetiyle çizmelere ek olarak diğer bazı küçük eşyalar. Barenziah’a kendine ait bir oda da verildi.

Symmachus çoğunlukla dışarıdaydı. Onu en çok yemekler esnasında görüyordu, fakat o kendisi ya da ne yaptığı hakkında çok az konuşuyordu. İçten ve kibar biriydi, birçok konuda sohbet etmeye istekliydi ve Barenziah’ın söylediği her şeye ilgili görünüyordu. Drelliane da büyük ölçüde aynıydı. Barenziah onların hoş insanlar olduğunu düşünüyordu fakat aynı zamanda Katisha’nın da söylediği gibi “tanıması zor”. Hayal kırıklığından kaynaklanan garip bir sızı duyuyordu. Bunlar yakın bir ilişki içinde olduğu ilk Kara Elflerdi. Onların arasında kendini rahat hissetmeyi beklemişti, en sonunda bir yere ait olduğunu hissetmeyi, birileriyle birlikte bir şeylerin parçası olduğunu. Fakat bunun yerine Kuzeyli arkadaşları Katisha ve Strawıu özlerken buldu kendini.

Symmachus ertesi gün İmparatorluk Şehri’ne gitmek üzere yola çıkacaklarını söylediğinde, onlara hoşça kal deyip diyemeyeceğini sordu.

“Katisha mı?” diye sordu. “Olur. Hem.. ona borçlu sayılırım. Bazen bir erkek gibi giyinen, Elf arkadaşlara ihtiyacı olan, Berry adında yalnız bir Kara Elf kızının etrafta dolaştığını söyleyerek beni sana götüren oydu. Hırsızlar Loncası ile hiçbir ilişkisi yok, görünüşe göre. Ve Hırsızlar Loncası ile ilişkisi olan hiç kimse senin gerçek kimliğini bilmiyor gibi, Therris hariç. Bu çok iyi. Lonca ile geçmişte olan bağlantınızın duyulmasını istemem açıkçası. Lütfen bu konudan kimseye bahsetmeyin, Ekselansları. Bu tür bir geçmiş… bir Kraliçe için pek uygun değil.”

” Straw ve Therris’ten başka kimse bilmiyor. Ve onlar da hiç kimseye söylemezler.”

“Hayır,” dedi hafif ve tuhaf bir gülümsemeyle. “Hayır, söylemezler.”

Demek Katisha’nın da bildiğini bilmiyordu. Fakat yine de konuşmasında bir gariplik vardı..

Yola çıkacakları sabah Straw kaldığı eve geldi. Salonda yalnız bırakıldılar; fakat Barenziah diğer Elflerin işitme mesafesinde olduklarını biliyordu. Straw bitkin ve solgun görünüyordu. Birkaç dakika boyunca sessizce birbirlerine sarıldılar. Straw’ın omuzları sarsılıyor ve gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu ama hiçbir şey söylemedi.

Barenziah gülümsemeye çalıştı. “Sonunda ikimizde istediğimizi aldık, değil mi? Ben Mournhold Kraliçesi olacağım sen de kendi çiftliğinin efendisi.” Elini tuttu, içten ve sıcak bir şekilde gülümsedi. “Sana yazacağım Straw. Söz veriyorum. Sen de bir kâtip bulmalısın kendine, böylece sen de bana yazabilirsin.”

Straw üzgünce kafasını salladı. Barenziah ısrar edince, ağzını açıp içini işaret etti, anlamsız sesler çıkararak. O zaman ne olduğunu anladı Barenziah. Dili yoktu, kesilmişti.

Barenziah bir sandalyeye çöktü ve sesli bir şekilde ağladı.

“Neden?” diye Symmachus’a sordu Straw gittikten sonra. “Neden?”

Symmachus omuz silkti. “Çok fazla şey biliyor. Tehlikeli olabilirdi. En azından hayatta, zaten domuz yetiştirmek için ya da her neyse işte… diline ihtiyacı olmayacak.”

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı Barenziah ve sonra aniden ikiye bükülüp kusmaya başladı. Aralıklarla gelen bulantı nöbetleri arasında ona bağırıp, hakaret etmeye devam etti. Drelliane yerleri temizlerken tepkisizce dinledi bir süre. Sonunda ona durmasını yoksa İmparator’un yanına gidene kadar ağzını tıkayacağını söyledi.

Yol üstünde şehrin dışında, Katisha’nın evinde durdular. Symmachus ve Drelliane atlarından inmediler. Her şey normal görünüyordu fakat Barenziah kapıyı çalarken korktuğunu hissediyordu. Katisha içeriden cevap verdi. Barenziah içinden tanrılara şükretti, en azından iyiydi. Fakat ağladığı açıkça belli oluyordu. Ne olursa olsun ona sarıldı.

“Neden ağlıyorsun?” diye sordu Barenziah.

“Therris için tabii ki. Duymadın mı? Ah güzelim. Zavallı Therris. O öldü.” Barenziah kalbinin sıkıştığını hissetti. “Komutanın evinde hırsızlık yaparken yakalandı. Zavallı, fakat bu onun hatası değildi. Oh, Berry, bu tuzağa bizzat kumandan tarafından düşürüldü!” Hıçkırarak ağlamaya başladı. “Yanına gittim. Beni çağırmış. Korkunçtu. Ölmeden önce çok acı çekti. Bunu asla unutmayacağım. Seni ve Straw’ı aradım fakat kimse nereye gittiğinizi bilmiyordu.” Barenziah’ın arkasına göz gezdirdi. “Şuradaki Komutan Symmachus değil mi?”

Sonra Katisha ilginç bir şey yaptı. Ağlamayı bıraktı ve gülümsedi. “Bilirsin, onu gördüğüm an, düşündüm ki. Bu tam Barenziah’a göre!”

Katisha önlüğünü kavrayıp gözlerini sildi. “Ona senden bahsettim, bilirsin.”

“Evet,” dedi Barenziah, “Biliyorum.” Katisha’nın elini tuttu, ona en içten bir şekilde bakarak. “Katisha, seni seviyorum. Seni özleyeceğim. Fakat lütfen hiç kimseye benim hakkımda hiçbir şey söyleme. Asla. Yapmayacağına söz ver. Özellikle de Symmachus’a. Ve benim için Straw’a iyi bak. Söz ver bana.”

Katisha kafası karışmış fakat istekli bir şekilde söz verdi. “Berry, Therris’in yakalanmasında herhangi bir şekilde benim payım yok, değil mi? Therris hakkında hiçbir şey söylemedim şeye… ona.” General’e baktı hafifçe.

Barenziah öyle olmadığına, bir muhbirin İmparatorluk Muhafızları’na bilgi sızdırdığına inandırdı Katisha’yı. Büyük ihtimalle bir yalandı bu fakat Katisha’nın rahatlamaya ihtiyacı olduğunu açıkça görebiliyordu.

“Ah, bunu duyduğuma memnun oldum. Aksini düşünmekten nefret ederdim — Lakin nereden bilebilirdim ki?” Barenziah’ın kulağına eğildi, “Symmachus çok yakışıklı, sence de öyle değil mi? Ve çok çekici.”

“Bilmem,” dedi Barenziah kuru bir ifadeyle. “Bunu hiç düşünmedim. Düşünecek başka şeyler vardı.” Aceleyle Mournhold Kraliçesi olmasından ve bir süreliğine İmparatorluk Şehri’nde yaşaması gerektiğinden bahsetti. “Beni arıyormuş başından beri. İmparator’un emriyle. Bir görevin parçasından başka bir şey değilmişim, bir tür.. bir tür hedef. Beni bir kadın olarak gördüğünü sanmıyorum. Gerçi bir erkek gibi giyinsem de öyle görünmediğimi söylemişti ama.” Katisha’nın yüzündeki şüphe ifadesini daha da güçlendirdi bu sözleri. Katisha, Barenziah’ın karşılaştığı her erkeği cinsel çekicilik ve hazır bulunmaya göre değerlendirdiğini biliyordu. “Sanırım gerçekten bir kraliçe olduğumu öğrenmenin yarattığı şok yüzünden,” diye ekledi ve Katisha da bunu onayladı. Gülümsedi, Barenziah da onunla birlikte. Sonra bir kez daha kucaklaştılar, gözyaşları içinde, son defa. Katisha’yı ve Straw’ı bir daha hiç görmedi.

Konvoy Vadi’yi büyük güney kapısından terk etti. Kapıdan geçtikten sonra, Symmachus omzuna dokunarak arkasını, kapıları işaret etti. “Therris’e de hoşça kal demek istediğinizi sanıyordum leydim,” dedi.

Barenziah kapının üzerinde bir kazığa geçirilmiş kafaya kısa fakat sakin bir bakış attı. Kuslar didiklemişlerdi fakat yüz hâlâ tanınabilir haldeydi. “Beni duyacağını sanmıyorum, fakat yine de iyi olduğumu bilmek onu memnun edecektir,” dedi umursamaz görünmeye çalışarak. “Yolumuza devam edelim General, olmaz mı?”

Symmachus açıkça bu tepkisizlikten hayal kırklığına uğramıştı. “Hay hay. Öldüğünü arkadaşınız Katisha’dan duydunuz sanırım?”

“Düşüncenizde haklısınız. İnfaza katılmış,” dedi Barenziah sıradan bir ifadeyle. Eğer henüz bilmiyor ise, yakında öğrenecekti, bundan emindi.

“Therris’in Lonca’dan olduğunu biliyor muydu?”

Omuz silkti. “Herkes biliyordu. Üyeliklerini gizli tutmak zorunda olanlar benim gibi düşük rütbeli üyeler. Yüksek rütbede olanlar iyi bilinirler.” Alaycı bir gülümsemeyle ona doğru döndü. “Ama siz bunu zaten biliyorsunuz, değil mi General?” dedi nazikçe.

Bundan etkilenmemiş gibi göründü. “Yani ona kim olduğunuzu ve nereden geldiğinizi söylediniz, lakin Lonca’dan bahsetmediniz.”

“Saklamam gereken sır Lonca üyeliğim değildi. Diğeriydi. Aralarında fark var. Hem, Katisha çok dürüst bir kadındır. Ona söylemiş olsaydım, gözünde itibarim azalırdı. Hep daha düzgün bir iş bulmasi için Therris’in peşindeydi. Onun fikirlerine değer veririm.” Söz arasında buz gibi bir bakış attı ona. “Sizi ilgilendireceğini sanmam ama, başka ne düşündüğünü biliyor musunuz? Aynı zamanda yalnızca bir adamla hayatımı birleştirsem daha mutlu olacağımı düşünüyordu. Doğru özelliklere sahip kendi ırkımdan biriyle. Aslına bakarsanız, sizinle.” Hızını artırmak için hazırlanır bir edayla dizginleri kavradı– ama önce son bir iğneleyici söz söyleme gereği duydu. “Dileklerin bazen istediğiniz şekilde olmasa da gerçekleşmesi ne kadar da garip değil mi? Ya da, asla gerçekleşmelerini istemeyeceğiniz bir şekilde mi demeliyim?”

Aldığı cevap onu öylesine şaşırttı ki hızlanma düşüncesi aklından çıktı. “Evet. Çok garip,” diye cevapladı Symmachus, ses tonu cevabıyla örtüşüyordu. Sonra müsaade isteyip yavaşlayarak, geri düştü.

Barenziah başını yukarıda tuttu ve etkilenmemiş gibi görünmeye çalışarak atını hızlandırdı. Peki, aldığı cevapta canını sıkan şey neydi şimdi? Söylediği şey değil. Hayır, bu değildi. Daha çok söyleme şekliydi. Söyleyiş tarzındaki bir şey ona, kendisinin Symmachus’un gerçekleşen dileği olduğunu düşündürdü. Olası görünmese de, her ihtimali düşündü. Aylar süren arayışlar sonunda onu bulmuştu, görünüşe göre İmparator’un baskısıyla, evet buna şüphe yoktu. Böylelikle dileği gerçekleşmiş oldu. Evet, böyle olmalı.

Ama görünen o ki bu tam da istediği gibi gerçekleşmemişti.

Bölüm 3

Birkaç gün boyunca, arkadaşlarından ayrılmanın verdiği acının ağırlığını hissetti omuzlarında. Fakat ikinci haftayla beraber biraz neşelendi. Tekrar yolda olmaktan hoşlandığını fark etti, ancak Straw’un arkadaşlığını tahmin ettiğinden daha fazla özlüyordu. Bir Kızılmuhafız bölüğü onlara eşlik ediyordu ki, beraber yolculuk yaptığı tüccar kervanlarının eskortlarından daha disiplinli ve terbiyeli olsalar da Barenziah onların yanında kendini rahat hissediyordu. Güler yüzlüydüler fakat bütün kur yapma denemelerine karşı saygılı ve mesafeli davranıyorlardı.

Symmachus, bir kraliçenin asil şerefini her zaman koruması gerektiğini söyleyerek, onu gizlice azarladı.

“Yani hiç eğlenemeyeceğimi mi söylüyorsun?” diye sordu somurtarak.

“Doğru. Bunlar gibi insanlarla asla. Onlar senden aşağıda. İtibar sahibi olanların yakınlığı arzu edilir, Leydim. Laubalilik değil. İmparatorluk Şehri’nde olduğumuz sürece iffetli ve gösterişten uzak kalacaksınız.”

Barenziah yüzünü buruşturdu. “Belli mi olur belki Karafundalık Kalesi’ne geri dönerim. Elfler yaradılışlarından pek seçici değillerdir, bilirsiniz. Herkes öyle der.”

“‘Herkes yanılıyor o zaman. Bazıları öyledir, bazıları değildir. İmparator — ve ben — hem fark gözetmenizi hem de zevkli olmanızı bekliyoruz. Hatırlatmama izin verin Ekselansları, Matemhisar tahtını kan hakkıyla değil yalnızca Tiber Septim’in arzusu doğrultusunda elinizde tutuyorsunuz. Eğer uygun olmadığınıza karar verirse hükümranlığınız başlamadan biter. Zekayı, itaatkarlığı, fark gözetmeyi ve tam bir sadakati tam tayin ettiklerinde zorunlu tutar ve iffet ile mütevazilik bir kadında en beğendiği özelliklerdir. Davranışlarınız da iyi kalpli Drelliane’i örnek almanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Leydim.”

“Seve seve Karafundalık’a geri dönerdim!” diyerek terslerdi Barenziah öfkeyle, erdemlilik taslayan, soğuk Drelliane’i herhangi bir şekilde taklit etme düşüncesine alınarak.

“Bu bir seçenek değil. Ekselansları. Eğer Tiber Septim’e bir faydanız yoksa, düşmanlarına da fayda sağlamadığınıza emin olmak ister,” dedi general kibirle. “Eğer başınızı omuzlarınızın üzerinde tutabilirseniz, şu sözüme kulak verin. Güç, ayak takımıyla arkadaşlıktan doğan şehvet ve eğlencenin vaat ettiğinden daha değişik bir tatmin verir.”

Sonra sanattan, edebiyattan, dramadan, müzikten ve İmparatorluk Sarayı’nda düzenlenen büyük balolardan bahsetti. Barenziah gittikçe artan bir ilgiyle dinledi fakat ilgisinin bütün nedeni Symmachus’un tehditleri değildi. Fakat sonra çekinerek İmparatorluk Şehri’ndeyken büyü çalışmaya devam edip edemeyeceğini sordu. Symmachus bundan memnun gibi göründü ve bir şeyler ayarlayacağına söz verdi. Bundan cesaret alarak, peşinden muhafızlarından üçünün kadın olduğunu fark ettiğini ve onlarla bir parça talim yapıp yapamayacağını sordu, sadece alıştırma niyetine. General bundan daha az memnun göründü lakin yine de, yalnızca kadınlarla olacağını vurgulayarak izin verdi.

Kış olmasına rağmen hava pek soğuk değildi, yolculuklarının sadece birkaç günü dondurucu olmuştu, bu sayede sıkı toprak yollar üzerinde hızla yol aldılar. Yolculuklarının son gününde nihayet bahar gelmiş gibi görünüyordu, karların erimeye başladığına dair belirtiler vardı. Yol ayaklar altında çamura döndü gittikçe ve herkes suyun damla damla fakat sürekli bir şekilde aktığını duyabiliyordu. Bu hoş geldin sesiydi.

“””

İmparatorluk Şehri’ne giden büyük köprüye günbatımında vardılar. Kızılımsı parlaklık başkentin bembeyaz mermer yapılarını tatlı bir pembeye dönüştürdü. Hepsi yeni, heybetli ve kusursuz göründüler. Geniş bir cadde kuzeye, saraya doğru uzanıyordu. Her ırktan her çesit insanın oluşturduğu kalabalık geniş yolları dolduruyordu. Karanlık çöküp de yıldızlar önce tek tek sonra da ikişerli üçerli ortaya çıkmaya başlayınca, dükkanların ve meyhanelerin içinde ışıkların cılız kıpırtıları, pencerelerden dışarı taşıyordu. Yan yollar bile geniş ve iyice aydınlatılmıştı. Saray’a yakin bir yerde Büyücüler Loncası’nın devasa kuleleri doğu yönünde yükselirken, batıda kocaman bir tapınağın renkli camları kaybolan ışıkta parıldıyordu.

Symmachus’un saraydan iki sokak ötede, tapınağın arkasında muhteşem bir binada daireleri vardı. (“Tek Olanın Tapınağı”, önünden geçerlerken tanıttı onu, Tiber Septim’in dirilttiği kadim bir Nord tarikatı. Imparator’a uygun olduğunu göstermek için yakında üye olmasının beklendiğini söyledi.) Saray oldukça görkemliydi — Barenziah’ın zevkine göre biraz küçük olsa da –. Duvarlar ve mobilyalar saf beyaz ile açığa çıkarılmış, sadece soluk altın rengi ile renk katılmıştı ve siyah mermer kaplı zemin mat bir şekilde parlıyordu. Barenziah’in gözleri renk ve gölge oyunları yüzünden ağrıdı.

Sabahleyin Symmachus ve Drellaine İmparatorluk Sarayı’na kadar eşlik ettiler ona. Barenziah karşılaştıkları herkesin Symmachus’u hürmetkar bir şekilde selamladıklarını gördü ve hatta bazen dalkavukluğun sınırlarını zorlayan derecede abartanlar çıkıyordu. General bundan memnun gibi görünüyordu.

Doğrudan huzura kabul edildiler. Sabah güneşi küçük camları olan geniş pencereden içeri girerek küçük odaya hücum ediyor, cömertçe hazırlanmış kahvaltı masasını ve orada oturan adamı ışıklarıyla yıkıyordu, ışıkla karışık şekilde karanlık. Odaya girdiklerinde ayağa kalktı ve onlara doğru yürüdü. “Ah, Symmachus en sadık dostumuz, dönüşünü sonsuz sevinçle karşılıyoruz.” Elleri Symmachus’un omuzlarını sıkıca, içtenlikle, önünde diz çökmüş olan Dark Elf’i derinden etkileyerek kavradı.

Barenziah reverans yaptı Tiber Septim kendisine döndüğü sırada.

“Barenziah, küçük yaramaz kaçağımız. Nasılsın çocuğum? Dur da sana şöyle bir bakalım. Neden, Symmachus, çok hoş, kesinlikle çok güzel. Neden bunca yıldır bizden sakladın onu? Işık çok mu fazla çocuğum? Panjurları kapattıralım mı? Ah evet tabii ki çok fazla.” Symmachus’un itirazlarına aldırmadan panjurları kendi kapattı, bir hizmetçi çağırmaya uğraşmayarak. “Protokolleri bozup size karşı saygısızlık ettiğimiz için umarım bizi bağışlarsınız değerli konuklar. Düşünmemiz gereken çok şey var, her ne kadar bu bahane kafi değilse de konukseverliğimizin eksikliklerini affedin. Lakin ah! Şükürler olsun. Kara Bataklık’tan gelen harika şeftaliler var.”

Masaya yerleşti hepsi. Barenziah şaşkına dönmüştü. Tiber Septim hayal ettiği gibi zalim, sıkıcı, dev bir savaşçı değildi. Normal boyda, Symmachus’dan bir kafa boyunda daha kısa olmasına rağmen, görünüşü kaslı ve hareketleri esnekti. Hoş bir gülümsemesi, parlak — doğrusu delici — mavi gözleri ve çizgili solgun yüzünün üzerinde gür beyaz saçları vardı. Kırktan altmışa kadar herhangi bir yaşta olabilirdi. Onları yiyip içmeye zorladı, sonra birkaç gün önce generalin sorduğu soruyu tekrarladı: Neden evden kaçmıştı? Velileri ona kötü mü davranmışlardı?

“Hayır, Ekselansları,” diye cevapladı Barenziah, “gerçekten, hayır — bazı zamanlarda öyle olduğunu sansam da hayır.” Symmachus onun için bir hikaye uydurmuştu ve Barenziah da onu şimdi anlattı, yine de biraz şüphe uyandırıyordu. Seyis çocuk, Straw, onu velilerinin ona uygun bir eş bulamadığına ve onu birisine metres olsun diye Rihad’da satacaklarına inandırmıştı ve gerçekten de bir Kızılmuhafız da gelince, paniklemiş ve Straw ile kaçmıştı.

Tiber Septim büyülenmiş görünüyor ve o bir ticaret kervanının muhafızı olarak hayatının detaylarını anlatırken bütün dikkatiyle onu dinliyordu. “Sanki bir balad gibi!” dedi. “Tek Olan’ın adına, Saray Ozanı’na şarkısını yaptıracağız bunun. Ne tatlı bir oğlan olmuşsundur kim bilir.”

“General Symmachus dedi ki –” Barenziah utanarak durakladı, sonra devam etti. “O dedi ki — şey, artık bir oğlan gibi görünmüyormuşum. Geride bırakıp… Yetişkinliğe eriştiğim şu birkaç ay içinde.” Mahcup bir ağırbaşlılık görüntüsü sergilemeyi umarak bakışlarını indirdi.

“Sezgileri çok kuvvetli bir adamdır, sadık dostumuz Symmachus.”

“Çok budala bir kız gibi davrandığımı biliyorum Ekselansları. Affınızı diliyorum ve tabii ki vasilerimin de. Ben… ben bunu bir süre önce fark ettim lakin eve geri dönmeye utandım. Fakat şimdi Karafundalık’a geri dönmek istemiyorum. Ekselansları, Matemhisar’u özlüyorum. Ruhum ülkem için yanıp tutuşuyor.”

“Sevgili çocuğumuz, evine gideceksin, sana söz veriyoruz. Lakin bir süre daha bizimle birlikte kalmanı arzu ediyoruz, istiyoruz ki sana vereceğimiz ağır ve kutsal görev için kendini hazırlayasın.”

Barenziah ona ciddiyetler ve kalbi deli gibi çarparak baktı. Her şey tıpkı Symmachus’un olacağını söylediği gibi ilerliyordu. Ona karşı büyük ve sıcak bir minnet hissetti fakat dikkatini İmparator’a vermeye dikkat ediyordu. “Beni onurlandırdınız, Ekselansları ve bütün kalbimle isterim ki siz ve kurduğunuz bu muhteşem İmparatorluk için yapabildiğim her hizmeti yerine getireyim.” Politik bir söylemdi, muhakkak — fakat Barenziah gerçekten de söylediklerini kast etmişti. Şehrin ihtişamı ve her yerde görülen disiplin ve düzen karşısında saygıyla karışık bir korku hissetmişti ve dahası bütün bunların bir parçası olmaya hayaliyle heyecanlanmıştı. Ve Tiber Septim’den oldukça etkilenmişti.

Birkaç gün sonra Symmachus Barenziah tahta geçene kadar vali olarak görev yapmak üzere Matemhisar’a gitti, Barenziah tahta geçince o da başbakanı olacaktı. Barenziah yanında refakatçisi olarak Drelliane ile birlikte İmparatorluk Sarayı’ndaki bir süite yerleşti. Bir kraliçenin sahip olduğu eğitimi alması için birkaç öğretmen görevlendirildi. Bu süre zarfında sihirle ilgili alanlara derin bir ilgi duydu fakat tarih ve politika derslerini hiç sevmedi.

Ara sıra Saray bahçelerinde Tiber Septim ile buluşur ve o da daima ve kibarca gelişimi hakkında sorular sorar — ve gülümsemeyle de olsa devlet meselelerine olan ilgisizliği yüzünden onu azarlardı. Ancak her zaman ona büyünün özellikle iyi tarafları hakkında bir şeyler öğretmekten zevk alıyordu ve politika ve tarihi bile ilginç kılabiliyordu. “Onlar da insan, çocuğum, tozlu bir cildin içindeki kuru olgular değil,” derdi.

Kavrayışı genişledikçe, tartışmaları uzadı, derinleşti ve sıklaştı. Barenziah’a birleşik Tamriel fikrinden, her ırkın ayrı ve farklı olduğu fakat hepsini ortak ideal ve amaçlar için çalıştığı, genel refahın yükseltilmesine katkı sağladığı bir düzenden bahsediyordu. “Bazı şeyler evrenseldir, iyi niyetli, duyarlı bütün insanlar tarafından paylaşılır,” dedi. “Yani Tek Olan hepimize öğretir. Şeytani olanlarla ve yabanilerle, yaradılıştan kötü olanlarla — Orklarla, Trollerle, Goblinlerle ve daha kötü diğer şeylerle savaşmalıyız, birbirimizle değil.” Hayalinden bahsettiği zaman mavi gözleri parlardı ve Barenziah oturup onu dinlemekten büyük keyif alırdı. Eğer o kendisine biraz yaklaşırsa Barenziah’ın vücudunun ona yakın olan tarafı içten içe yanan alevler gibi parlardı. Eğer elleri buluşsaydı, sanki şok büyüsüne tutulmuş gibi bir ürperti kaplardı bütün vücudunu.

Bir gün, hiç beklenmedik bir şekilde, Tiber Septim, yüzünü avuçlarının arasına aldı ve dudaklarına usulca bir öpücük kondurdu. Barenziah kendini geri çekti birkaç saniye içinde, hislerinin şiddeti karşısında afallayarak ve Tiber Septim hemen özür diledi. “Ben… biz… böyle olsun istemedik. Sadece — sen çok güzelsin, tatlım. O kadar güzelsin ki.” Cömert gözleriyle umutsuz bir arzuyla ona bakıyordu.

Barenziah, gözyaşları yüzünden süzülürken, arkasını döndü.

“Bize kızgın mısın? Konuş bizimle. Lütfen.”

Barenziah kafasını salladı. “Size asla kızgın olamam, Ekselansları. Ben… ben size aşığım. Biliyorum bu yanlış fakat elimde değil.”

“Bir eşimiz var,” dedi Tiber Septim. “İyi ve erdemli bir kadın, çocuklarımızın ve gelecekteki varislerimizin annesi. Onu asla kenara itemeyiz — lakin aramızda hiçbir şey yok, ruhsal hiçbir paylaşım. O bizim olduğumuzdan daha farklı olmamızı arzu eder. Bütün Tamriel’deki en güçlü kişiyiz ve… Barenziah, biz… ben… bence aynı zamanda en yalnızım.” Birden ayağa kalktı. “Güç!” dedi büyük bir küçümsemeyle. “Eğer tanrılar müsaade etseydi büyük kısmını gençlik ve sevgi karşılığında verirdim.”

“Fakat siz tanıdığım bütün erkeklerden daha güçlü, zinde ve canlısınız.”

Kafasını salladı keskince. “Belki bugün. Lakin dün olduğumdan daha az, ya da geçen yılkinden, on yıl öncesinden. ölümlülüğümün ızdırabını hissediyorum ve oldukça acı veriyor.”

“Eğer acınızı hafifletebileceksem, izin verin yapayım.” Barenziah elleri ona uzanmış bir şekilde ona doğru yürüdü.

“Hayır. Masumiyetini senden alamam.”

“Sandığınız kadar masum değilim.”

“Nasıl yani?” İmparator’un sesi birden sertleşti, kaşları çatıldı.

Barenziah’ın ağzı kurudu. Ne demişti öyle? Fakat artık geri dönemezdi. O anlardı. “Straw vardı,” diye bocaladı. ” Ben… ben de yalnızdım. Yalnızım. Ve sizin kadar güçlü değil.” Gözlerini utançla yere eğdi. “Ben… Ben buna layık değilim sanırım, Ekselansları–“

“Hayır, hayır. Bu doğru değil Barenziah. Barenziah’ım. Bu uzun süremez. Senin Matemhisar’a karşı görevlerin var ve benim de İmparatorluk’a. Ben de kendi görevlerime eğilmeliyim. Lakin fırsat varken — sahip olduklarımızı paylaşalım mı, paylaşabildiklerimizi ve dua edelim mi Tek Olan’a zayıflığımızı bağışlaması için?”

“Tiber Septim kollarını açtı — ve tek bir söz söylemeden, kendi arzusuyla Barenziah ona doğru yürüyüp sarıldı.”

“Volkanın kenarında yürüyorsun, çocuğum,” diye uyardı onu Drelliane, Barenziah İmparatorluk aşkının birinci ayları şerefine ona hediye ettiği harika safir yüzüğe hayran hayran bakarken.

“Nasıl yani? Birbirimizi mutlu ediyoruz. Kimseye zararımız yok. Symmachus bana seyirci olmayı ve ağzımı sıkı tutmayı tembihledi. Daha iyi kimi seçebilirdim? Ve bizden daha gizli kimse yok. Herkesin içinde bana kızıymışım gibi davranıyor.” Tiber Septim’in gece ziyaretleri sarayda sadece çok az kişinin — kendisinin ve güvenilir birkaç muhafızın, bildiği gizli bir geçit vasıtasıyla gerçekleşiyordu.

“Akşam yemeğine kavuşmuş bir sokak köpeği gibi salyalarını akıtıyor senin üzerine. İmparatoriçe ve oğlunun sana karşı olan soğukluğunu fark etmedin mi?”

Barenziah omuz silkti. Tiber Septim’le olan ilişkileri başlamadan önce de ailesinden yalın nezaketten başka bir şey görmemişti. Kırık dökük nezaket. “Ne fark eder? Gücü elinde tutan Tiber Septim.”

“Fakat geleceği elinde tutan oğlu. Göz önündeyken annesini sakın küçük düşürme, sana yalvarıyorum.”

“O kadın olacak kuru dal parçası akşam yemeğindeki sohbette bile kocasının ilgisini çekemiyorsa ben ne yapabilirim ki?”

“Herkesin önündeyken daha az konuş. Tek istediğim bu. Kadının çok az önemi var, bu doğru — fakat çocukları onu çok seviyor ve onları kendine düşman etmek istemezsin. Tiber Septim’in çok fazla ömrü kalmadı. Demek istediğim,” Drelliane, Barenziah kaşlarını çatınca düzeltme arzusu duydu, “insanoğlu kısa ömürlüdür. Fanidir, biz Kadim Irklar’ın deyişine göre. Mevsimler gibi gelir ve geçerler — fakat güçlü olanların aileleri bir süre yaşarlar. Eğer ilişkinizden bir fayda görmek istiyorsan ailesiyle dost olman gerek. Ah fakat sana nasıl göstereceğim bu gerçeği, insanlarla yaşamış sana! Eğer dikkatli olursan ve akıllı, sen ve Matemhisar Septim Hanedanı’nın, eğer gerçekten kurabildiyse, düşüşünü görebilirsiniz, tıpkı yükselişine şahit olduğun gibi. İnsanoğlu’nun tarihi böyledir. Kararsız dalgalar gibi yükselir ve alçalırlar. Şehirleri ve hakimiyetleri bahar çiçekleri gibi açar, yalnızca yaz güneşinin altında solup ölmek için. Fakat Elfler dayanır. Onların bir yılı bize saat gibidir ve yüzyılları bir gün.”

Barenziah sadece güldü. O ve Tiber Septim hakkında dedikoduların kaynadığını biliyordu. Gördüğü ilgiden memnundu, her şeyin ötesinde İmparatoriçe ve oğlunu gölgede bıraktığı izleniminden. Ozanlar onun karanlık güzelliği ve çekiciliği hakkında şarkılar söylüyordu. Gözdeydi ve aşık — ve eğer bu geçici idiyse, yani, ne değildir ki? Hatırlayabildiği kadarıyla ilk defa mutluydu, her günü zevk ve sefa içinde geçiyordu. Ve geceler daha da iyiydi.

“Neyim var böyle?” diye söylendi Barenziah. “Şuraya bak, eteklerimden biri bile olmuyor. Belime ne olmuş böyle? Şişmanlıyor muyum?” Barenziah hoşnutsuzluk içinde, sıska kol ve bacaklarını inkar edilemez şekilde genişlemiş beliyle karşılaştırdı aynada.

Drelliane omuz silkti. “Görünüşe göre, senin kadar küçük bir çocuk taşıyorsun. Bir insanla sürekli çiftleşme sana erken doğurganlığı getirdi. İmparator’la bu konu hakkında konuşmak dışında bir çıkış yolu göremiyorum senin için. Onun otoritesi altındasın. Senin için en iyisi doğruca Matemhisar’a gidip, çocuğu orada doğurmak olur, tabii bunu o da onaylarsa.”

“Yalnız mı?” Barenziah gözlerinde yaşlarla, ellerini şişmiş göbeğinin üzerine koydu. İçindeki her şey aşkının meyvesini, aşığı ile paylaşmak istiyordu. “Bunu asla kabul etmez. Artık benden ayrılmak istemez. Görürsün.”

Drelliane başını salladı. Ama yine de bir şey söylemese de, her zamanki küçümsemeyi bakışlarının yerini acıma ve üzüntüyle karışık bir ifade aldı.

O gece Tiber Septim her zamanki buluşmalarına geldiğinde Barenziah ona durumu anlattı.

“Çocuk mu?” Sarsılmış görünüyordu. Hayır, sersemlemiş. “Bundan emin misin? Fakat bana Elfler’in bu kadar erken yaşta çocuk sahibi olamayacakları söylenmişti.”

Barenziah zorla gülümsedi. ” Nasıl emin olabilirim ki? Daha önce hiç –“

“Doktorumu getirteyim.”

Doktor, orta yaşlı bir Ulu Elf, Barenziah’ın hamile olduğunu teyit etti ve böyle bir şeye daha önce hiç rastlanmadığını belirtti. Ekselansları’nın cinsel gücünün bir kanıtı olduğunu söyledi, dalkavukça bir ifadeyle. Tiber Septim kükreyerek karşılık verdi.

“Bu olmamalı!” dedi. “Geri al bunu. Sana emrediyoruz.”

“Haşmetleri,” diye bocaladı doktor. “Yapamam… Yapmaya kabil değilim –“

“Tabii ki yapabilirisin, seni beceriksiz sersem,” diye patladı İmparator. “Öyle yapman arzumuzdur.”

O ana kadar korkudan kocaman açılmış gözleriyle sessizce yatakta yatan Barenziah doğruldu. “Hayır! Neler söylüyorsun?”

“Çocuk,” Tiber Septim yanına oturdu, yüzünde o çekici gülümsemelerinde biri vardı. “Çok üzgünüm. Gerçekten. Lakin bu olamaz. Senin durumun oğlum ve onun oğulları için bir tehdit oluşturuyor. Ve buna daha fazla müsaade edemem.”

“Taşıdığım bu çocuk sizindir!” diye feryat etti.

“Hayır, bu şu an sadece bir ihtimal, bir olabilirlik, henüz kendisine bir ruh bahşedilmiş ya da dünyamızda yerini almış değil. Ve öyle olmasına izin vermeyeceğim. Onu men ediyorum.” Şifacıya sert bir bakış daha attı ve Elf titremeye başladı.

“Haşmetleri, bu onun çocuğu. Elfler arasında çocuklar nadirdir. Hiçbir dişi Elf dörtten fazla gebe kalmaz, ve bu çok nadirdir. İki olağan sayıdır. Bazıları hiç doğurmaz bile, bazıları sadece bir kez. Eğer bunu ondan alırsam, Majesteleri, bir daha hiç gebe kalamayabilir.”

“Bizden çocuk sahibi olmayacağına söz vermiştin. Tahminlerine olan güvenimiz çok azdır.”

Barenziah çıplak halde yataktan dışarı süründü ve kapıya koştu, nereye gittiğini bilmeyerek, tek bildiği kalamayacağı idi. Asla ulaşamadı. Karanlık onu yakaladı.

Ağrılar içinde ve boşluk hissiyle uyandı. Bir zamanlar bir şeylerin, yaşayan fakat şimdi ölüp gitmiş olan bir şeylerin, olduğu yerde şimdi bir boşluk vardı. Drelliane acıyı dindirmek ve zaman zaman bacaklarının arasında toplanan kan birikintisini temizlemek için oradaydı. Fakat hiçliği dolduracak bir şey yoktu. Boşluğun yerini alacak hiçbir şey yoktu.

İmparator muhteşem hediyeler ve harika çiçek buketleri yolluyor ve kısa ziyaretlerde bulunuyordu. Başlarda Barenziah bu ziyaretleri zevkle kabul ediyordu. Fakat Tiber Septim artık geceleri gelmiyordu — ve bir süre sonra Barenziah da onu istemedi.

Birkaç hafta geçti ve fiziksel olarak tamamen iyileştiğinde, Drelliane, Symmachus’un kararlaştırılandan daha erken Matemhisar’a gelmesini istediğini belirten bir mektup yazdığını bildirdi. Derhal yola çıkacağı ilan edildi.

Geniş bir maiyet, bir kraliçeye yaraşır bir çeyiz ve özenle hazırlanmış, etkileyici bir veda merasimi ile uğurlandı, İmparatorluk Şehri’nin kapılarından. Bazıları ayrılışını gördüğü için üzgündü, ve bunu gözyaşları ve sitemkar sözlerle belli ettiler. Fakat başkaları ise değildi ve öyleymiş gibi görünmeye de çalışmadılar.

Bölüm 4

Sevdiğim her şeyi kaybettim, diye düşündü Barenziah kederli bir halde, gerideki ve ilerideki muhafızlara, yakındaki bir arabanın içindeki hizmetçilerine bakarak. “Fakat bir miktar zenginlik ve güç kazandım ve dahasını alacağıma dair söz. Ağır bir bedel ödedim. Simdi Tiber Septim’in ona olan aşkını daha iyi anlıyorum, eğer o da böyle bedeller ödediyse sıkça. Kesinlikle değer ödediğimiz bedelle ölçülüyor.” Arzusu doğrultusunda parlak, kir renkli bir kısrağa biniyordu ve üzerinde Kara Elf yapımı göz alıcı bir örgü zırh vardı.

Günler yavaşça geçip gider ve kervan dolambaçlı yoldan doğuya, yükselen güneşe doğru, yol alırken, Rüzgartepe’nin dik yamaçlı dağları etrafında yükseldi git gide. Hava inceydi ve soğuk bir sonbahar rüzgarı sürekli esiyordu.

Fakat aynı zamanda Rüzgartepe’nin yerel bitkisi olan ve onun dağlarında bulabildiği her gölgeli kuytuda, her çatlakta yetişen, en kayalık uçurumlarda ver sırtlarda bile besin bulabilen, geç açan karagülün baharlı kokusu her yani sarmıştı. Küçük köylerde ve kasabalarda, şamatacı Kara Elfler adını haykırmak ya da sadece bakmak için yol kenarlarında toplanmışlardı. Korumalarının çoğu Kızılmuhafızların aralarında birkaç Breton birkaç Yüksek Elf ve birkaç tane de Kuzeyli vardı. Rüzgartepe’nin kalbine doğru zikzaklar çizerek seyahat ederlerken artan bir şekilde huzursuzlandılar ve savunma kümeleri halinde gruplandılar. Elf muhafızlar dahi tedbirli görünüyorlardı.

Fakat Barenziah kendini evde hissediyordu, en sonunda. Bu toprakların, kendi topraklarının, kendisine hoş geldin dediğini hissedebiliyordu.

Symmachus onu Mournhold sınırında, yaklaşık olarak yarısı Kara elf olan muhafızlarla birlikte karşıladı. İmparatorluk Üniforması içinde, buna dikkat etti.

Büyük bir, şehre giriş töreni düzenlenmişti ve şehrin yüksek mevkideki görevlileri hoş geldin konuşmaları yaptılar.

“Kraliçenin odasını sizin için tekrar döşettirdim,” dedi general ona daha sonra saraya ulaştıklarında, “fakat tabii ki zevkinize uygun olmayan herhangi bir şeyi değiştirebilirsiniz.” Takip eden haftada gerçekleşecek olan taç giyme töreninin detaylarıyla devam etti. O alışılmış kontrollü halini sergiliyordu general — fakat başka bir şeyler de sezdi Barenziah. Düzenlemeler için Barenziah’ın onayını almaya çok hevesliydi, hatta bunun peşinde koşuyordu. Bu yeniydi. Daha önce hiç onun onayına gerek duymamıştı.

Barenziah’a İmparatorluk Şehri’nde geçirdiği zaman ya da Tiber Septim ile olan ilişkisi hakkında hiçbir şey sormadı — nedir Barenziah Drelliane’in her şeyi ona detaylarıyla anlattığından ya da daha gelmeden önce yazdığından emindi.

Seremoninin kendisi de, birçok şey gibi, eskiyle yeninin bir karışımıydı — bazı kısımları Mournhold’un kadim Kara Elf geleneklerine, diğer kısımlarıysa İmparatorluk buyruklarına göre yapılmıştı. Mournhold’a ülkesine ve halkına hizmet edeceğine yemin ettiği gibi İmparator’un da hizmetinde olacağına yemin etmişti. Halkın, asillerin ve yönetimdekilerin sadakat ve bağlılık yeminlerini kabul etti. Bu sonuncusu İmparatorluk elçileri (“danışmanlar” deniyordu onlara) ve Mournhold halkının yerel temsilcilerinin ki Kara Elf geleneklerine uygun olarak çoğu yaslılardan oluşuyordu, bir karışımıydı.

Barenziah sonradan keşfetti ki zamanının çoğunu bu iki tarafı ve onların dostlarını uzlaştırmak ile harcıyordu. İmparatorluk tarafından ortaya atılan toprak sahipliği ve çiftçilik ile ilgili reformların ışığında çoğunlukla uzlaştırılması gereken taraf yaslılar oluyordu. Tiber Septim, “Tek Olan ‘in adına,” yeni bir gelenek buyurmuştu — ve görünüşe bakılırsa tanrıların ve tanrıçaların bile buna uyması bekleniyordu.

Yeni Kraliçe kendini işlerine ve çalışmalarına verdi. Aşk ve erkekler ile işi bitmişti çok, çok uzun bir süreliğine — sonsuza kadar değilse bile. Başka zevkler de vardı, tıpkı uzun zaman önce Symmachus’un ona söylediği gibi, onları keşfetmişti: akla ve güce dair zevkler. Kara Elf tarihine ve mitolojisine derin bir tutkuyla bağlandı (şaşırtıcı bir şekilde çünkü İmparatorluk Şehri’ndeki öğretmenlerine hep karşı çıkardı), arasından çıktığı insanları daha derinden tanımaya açlık duyuyordu. Onların kadim zamanlardan beri onurlu savaşçılar, yetenekli zanaatkarlar ve kurnaz büyücüler olduklarını öğrenmekten memnun oldu.

Tiber Septim bir yarım yüzyıl daha yaşadı, bu süre boyunca bazı resmi işler sebebiyle İmparatorluk Şehri’ne davet edildiğinde Barenziah onu birkaç kez daha gördü. Bu ziyaretler sırasında Tiber Septim, onu içtenlikle karşıladı, hatta fırsat bulduklarında İmparatorluk’taki olaylar hakkında uzun sohbetler ettiler. Aralarında basit bir arkadaşlıktan ya da temel bir ittifaktan daha öte bir ilişki olduğunu çoktan unutmuş gibi görünüyordu Tiber Septim. Yıllar geçtikçe çok az değişmişti. Söylentilere göre büyücüleri hayatını uzatmak için çeşitli büyüler icat etmişlerdi, hatta deniliyordu ki bizzat Tek Olan ona ölümsüzlük bahsetmişti. Sonra bir gün bir ulak Tiber Septim’in öldüğünü ve yerine torunu Pelagius’un İmparator olduğunu bildiren haberlerle çıkageldi.

Haberleri gizlice almışlardı, O ve Symmachus. İmparatorluk Generali ve şimdi onun güvenilir Başbakanı bunu duygusuzca karşıladı, çoğunlukla yaptığı gibi.

“Bir şekilde bu mümkün gelmiyor,” dedi Barenziah.

“Sana söyledim. İnsanoğulları böyledir iste. Kısa ömürlü yaratıklardır. Bunun bir önemi yok. Gücü devam ediyor ve şimdi oğlu bu gücün sahibi.”

“Ona dostum derdin bir zamanlar. Hiçbir şey hissetmiyor musun? Hiç mi üzülmüyorsun?”

Omuz silkti. “Bir zamanlar sen de ona daha başka şekilde hitap ederdin. Sen ne hissediyorsun Barenziah?” Uzun zaman önce yalnızlarken birbirlerine resmi unvanlarıyla seslenmeyi bırakmışlardı.

“Boşluk. Yalnızlık.” diye cevapladı, sonra o da omuz silkti. “Fakat bu yeni bir şey değil.”

“Biliyorum,” dedi yumuşakça Symmachus, elini tutarak. “Barenziah… ” O’nun yüzünü kendininkine çevirip onu öptü.

Bu hareket Barenziah’ı şaşkınlık içinde bırakmıştı. Daha önce onun kendisine dokunduğunu hiç hatırlamıyordu. Onu hiç bu şekilde düşünmemişti — fakat şimdi, inkar edilemez şekilde, eski tanıdık bir sıcaklık vücuduna yayılıyordu. Ne kadar iyi hissettirdiğini unutmuştu, bu sıcaklığın. Hissettiği Tiber Septim ile birlikteyken hissettiği kavurucu ateş değil de, rahatlatıcı, güçlü bir duygu, anılarında bir şekilde… Bir şekilde Straw ile iliştirilmiş o sıcaklıktı. Straw! Zavallı Straw. Uzun zamandır onu düşünmemişti. Eğer hala hayataysa orta yaşlı olmalıydı simdi. Muhtemelen bir düzine çocukla, diye düşündü sevgiyle… Ve sevecen bir esle, ikisi için de konuşabilecek biriyle.

“Evlen benimle, Barenziah,” diyordu Symmachus, görünüşe göre onun evlilik ile ilgili düşüncelerini sezmişti, çocuklar… Eşler, “Yeterince uzun süre çalışıp didindim, öyle değil mi?”

Evlilik. Köylü hayallerine sahip bir köylü. Bu düşünce davetsiz ve apaçık bir şekilde aklında belirdi. Bu sözleri Straw için kullanmamış mıydı, çok uzun zaman önce? Ve şimdi, neden olmasın? Eğer Symamchus olmayacaksa, başka kim olacaktı ki?

Rüzgartepe’nin soylu büyük ailelerinin çoğu anlaşmadan önce Tiber Septim ‘in Birlik Savaşı’nda yok olmuştu. Kara Elf egemenliği yerini almıştı, bu doğruydu — fakat eski, gerçek soyluluk değil. Çoğu Symmachus gibi birden zengin olan kimselerdi ve yarısı bile onun kadar iyi ya da hak eder değildi bunu. Mourhold’u tek parça halinde ve ayakta tutmak için savaşmıştı o, sözde danışmanlar tıpkı Ebonheart’in iliklerini sömürdükleri gibi. Onun iliklerini sömürmeye çalışırlarken. Mournhold için savaşmıştı, Barenziah için savaşmıştı, o ve şehir gelişip serpilirken. Aniden derin bir şükran hissetti — ve reddedilemez bir şekilde, sevgi. İstikrarlı ve güvenilirdi. Ve ona hakkıyla hizmet etmişti. Ve onu hakkıyla sevmişti.

“Neden olmasın?” dedi, gülümseyerek. Ve onun elini tutup onu öptü.

“Birlik” hem politik hem de kişisel yönleriyle iyi bir görüntü veriyordu. Tiber Septim ‘in torunu, İmparator I. Pelagius, buna şüpheyle baksa da, babasının eski arkadaşına güveni tamdı.

Öte yandan, Symmachus, geçmişindeki köylü ataları ve İmparatorluk ile yakın ilişkileri yüzünden Rüzgartepe’nin kibirli sosyetesi tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Fakat Kraliçe sarsılmaz derecede seviliyordu. “Leydi Barenziah bizlerden biri,” diye fısıldanıyordu, “esir tutuluyor, tıpkı bizim gibi.”

Barenziah halinden oldukça memnundu. Çalışma ve tatmin vardı — ve insan daha başka ne isterdi ki hayattan?

Yıllar çabucak geçti, beraberinde üstesinden gelinmesi gereken krizler, fırtınalar, kıtlıklar ve acı veren başarısızlıklarla ve suya düşürülen planlar ve idam edilen komplocular ile. Mournhold durmadan gelişti. Halkı tok ve güvenli, madenleri ve tarlaları verimliydi. Her şey yolundaydı — kraliyet evliliğinin hiç meyve vermemesi haricinde. Hiçbir varis.

Elf çocukları geç gelirler ve geldiklerinde de ilginin en alasını isterler — ve soylu çocuklar diğerlerinde daha da fazla. Bu nedenle ikisi de endişelenmeye başlamadan evvel onlarca yıl geçti.

“Sorun bende, Symmachus. Ben kusurlu bir eşyayım,” dedi Barenziah acı bir şekilde. “Eğer başka bir… “

“Ne başka birini istiyorum,” dedi Symmachus yumuşakça, “ne de sorunun sende olduğuna eminim. Belki de bendedir. Hangisi olursa olsun. Bir çaresini arayacağız. Eğer bir kusur varsa, şüphesiz bir çaresi de vardır.”

“Nasıl peki? Hiç kimseye gerçek hikayemizi anlatacak kadar güvenmediğimize göre? Şifacılar sözlerine her zaman sadık kalmazlar.”

“Eğer zamanı ve şartları biraz değiştirirsek fark etmez. Her ne söylersek söyleyelim ya da söylemeyelim, Öykücü Jephre hiç dinlenmez. Tanrı’nın yaratıcı aklı ve çabuk dili her zaman söylenti ve dedikodu yaymakla meşguldür.”

Rahipler, şifacılar ve büyücüler gelip gittiler, fakat bütün duaları, ilaçları ve aşk iksirleri bırakın bir meyveyi, bir çiçek vaadi bile sunamadılar. En sonunda bu meseleyi akıllarından çıkarıp her şeyi Tanrıların ellerine bıraktılar. Henüz gençti her ikisi de, Elfler çok uzun süre yaşadığı için, önlerinde yüzyıllar vardı. Zamanları vardı henüz. Elfler için hep zaman vardı.

Barenziah Büyük Salon’da akşam yemeğine oturmuş, tabağındaki yemekle oynuyordu, huzursuz ve sıkılmış hissediyordu kendini. Symmachus yoktu, Tiber Septim ‘in büyük-büyük-torunu, Uriel Septim tarafından İmparatorluk Sarayı’na çağrılmıştı. Yoksa büyük-büyük-büyük-torunu muydu? Sayısını unuttuğunu fark etti. Hepsinin yüzü bir diğerininkine karışıyormuş gibi görünüyordu. Belki de Barenziah da onunla birlikte gitmeliydi; fakat Tear’dan, yorucu bir konu hakkında görüşmek üzere bir delegeler kurulu gelmişti, incelikle ele alınması gereken bir konuydu.

Bir ozan salona çıkıntı yapan bir balkonda şarkı söylüyordu fakat Barenziah dinlemiyordu. Son zamanlarda tüm şarkılar ona aynı geliyordu, yeni ya da eski olması fark etmeksizin. Sonra bir mısra dikkatini çekti. Ozan özgürlükten, maceradan, Rüzgartepe’yi zincirlerinden kurtarmaktan bahsediyordu. Nasıl cüret ederdi buna! Barenziah dik oturdu ve ona kötü kötü baktı. Daha da kötüsü, fark etti ki ozan kadim ve simdi ruhani bir hal almış olan Skyrim Kuzeyliler ile yapılan bir savaştan bahsediyordu; Kral Edward ve Kral Moraelyn ile cesur Yoldaşlarının kahramanlıklarını övüyordu. Hikaye kesinlikle oldukça eskiydi, fakat şarki yeniydi… Ve anlamı… Barenziah emin olamadı.

Cesur bir adamdı, su ozan, güçlü, tutkulu bir sesi ve iyi bir müzik kulağı vardı. Biraz yakışıklıydı da, biraz da gösterişçi. Tam olarak hali vakti yerinde biri gibi görünmüyordu, pek genç de değildi. Kesinlikle yüzyılın altında bir yaşı olamazdı. Neden onu daha önce dinlememişti ya da en azından onun hakkında hiçbir şey duymamıştı?

“Kim bu?” diye sordu hazırda bekleyen bir hizmetçiye.

Kadın omuz silkti ve dedi ki: “Kendine Bülbül diyor, Leydim. Kimse onun hakkında bir şey biliyormuş gibi görünmüyordu.”

“Bitirince onunla konuşmak istediğimi söyle.”

Bülbül denen adam yanına geldi, Kraliçe’nin huzuruna kabul edilmenin onuru ve kendisine verilen kabarık kese için teşekkür etti. Tavırları hiç de cesurca değil, diye düşündü Barenziah, oldukça sessiz ve alçakgönüllü. Başkaları hakkında konuşmakta gecikmedi fakat kendisi hakkında hiçbir şey söylemedi — bütün soruları esprili cevaplar ya da müstehcen hikayelerle cevapsız bıraktı. Lakin bunlar o kadar çekici bir şekilde naklediliyorlardı ki alınmak imkansızdı.

“Gerçek adım mi? Leydim, ben hiç kimseyim. Hayır, hayır, ebeveynlerim bana Zamanını Bildin mi demişler — yoksa Hayır Dostum muydu? Ne fark eder? Hiç fark etmez. Ebeveynler tanımadıklarına nasıl isim verebilirler ki? Ah! Sanırım adım buydu, Tanımama. O kadar uzun süredir Bülbülüm ki hatırlamıyorum, şeyden beri, ah, geçen ay en azından — yoksa geçen hafta mıydı? Bütün anılarım sarkıllara ve hikayelere gidiyor, görüyorsunuz ya, Leydim. Kendime dair hiçbir şey kalmadı. Gerçekten çok sıkıcı ve boşum. Nerede doğdum? Neden, Hiçbiryer’de (Knoweyr) Oraya vardığımda Gezdimdolastim’a yerleşmeyi planlıyorum… fakat acelem yok.”

“Anlıyorum. O zaman Kesinlik’le evleneceksin?”

“Çok doğru anlamışsınız, Leydim. Belki de, belki de. Ama Hanzevki’ni (Innhayst) de oldukça çekici buluyorum, ara sıra yani.”

“Ah. Döneksin yani?”

“Rüzgar gibi, Leydim. Bir o tarafa eserim, bir bu tarafa, sıcak ve soğuk, şans elverirse. Şans benim elbisemdir. Kimselere yakışmaz benden fazla.”

Barenziah gülümsedi. “O zaman biraz daha bizimle kalın Lordum… Eğer arzu ederseniz.”

“Nasıl isterseniz Leydim.”

Bu küçük sohbetten sonra Barenziah hayata olan ilgisini bir şekilde tekrar alevlendiğini hissetti. Bayat gelen her şey tekrar yeni ve taze görünüyordu. Her günü zevkle karşılayıp, Bülbül ile olan konuşmalarını ve onun şarkılarını dört gözle bekliyordu. Diğer ozanların aksine o hiç onu ya da başka kadınları yücelten şarkılar söylemiyordu; sadece cesur işleri ve büyük maceraları anlatıyordu.

Ona bunu sorduğunda, dedi ki, “Güzelliğiniz hakkında aynanızın size sunduğundan daha büyük nasıl bir övgü istersiniz Leydim? Ve eğer sözcükler ise istediğiniz, siz onların en güzellerine sahipsiniz, onlar ki benim acemi sözcüklerimden daha yücedirler. Ben ki bir hafta olmuş dünyaya geldim geleli, nasıl yarışırım onlarla?”

Bir keresinde özel olarak konuşuyorlardı. Uyuyamayan Kraliçe, müziği kendisini rahatlatır diye onu odasına çağırtmıştı. “Tembel ve korkaksın, bayağı, bundan başka hiçbir çekiciliğin yok gözümde.”

“Leydim, sizi övmek için sizi bilmem gerek. Sizi asla bilemem. Bilinmezliklerle, büyülü sislerle sarınmışsınız.”

“Hayır, öyle değil. Büyüyü dokuyan senin kelimelerin. Kelimelerin… Ve gözlerin. Ve vücudun. Bil beni eğer istiyorsan. Bil beni eğer cesaretin varsa.”

O zaman ona doğru gitti. Yan yana uzandılar, öpüştüler, sarıldılar. “Barenziah bile tanımıyor Barenziah’i gerçekten,” diye fısıldadı yumuşakça, “ben nasıl bileyim? Leydim onu ne biliyor ne de arıyorsunuz. Neye sahip olmak isterdiniz, simdi sahip olmadığınız?”

“Tutku,” diye cevap verdi. “Tutku. Ve ondan doğacak çocuklar.”

“Peki ya çocuklarınız için ne isterdiniz? Onların ne tür bir doğum hakki olabilir?”

“Özgürlük,” dedi, “özgürlük olur. Sen ki bu gözlere ve kulaklara ve onları birleştiren ruha en bilge kişisin, sen söyle bana. Nere bulabilirim bunları?”

Biri tam yani basınızda yatıyor, diğeri altınızda. Lakin elinizi uzatmaya cüret edebilir misiniz, sizin ve çocuklarınızın olabilecek şeyi almak için?

“Symmachus… “

“Benim şahsımda sizin aradığınız şeyin cevabı var. Diğeri altımızda gömülüdür, tam da krallığınızın madenlerinde. İşte o bize hayallerimizi gerçekleştirme gücünü verecek. Oydu Edward ve Moraelyn’e, Ulu kaya’yı ve ruhlarını Kuzeyliler’in nefret dolu hakimiyetinden kurtarma gücünü veren. Eğer uygun bir şekilde kullanılırsa Leydim, hiç kimse karsısında duramaz, İmparator’un kontrol ettiği güç bile. Özgürlük mü diyorsunuz? Barenziah, özgür kılar sizi bağlı olduğunuz zincirlerinizden. Düşünün bunu, Leydim.” Onu tekrar öptü, nazikçe ve geri çekti kendini.

“Ayrılmıyorsun… ?” diye bağırdı. Vücudu onu arzuluyordu.

“Şimdilik,” dedi. “Beraber sahip olabileceklerimizin yanında bedeni zevkler hiçbir şey. Söylediklerim üzerinde düşünmeni istiyorum.”

“Düşünmeye gerek yok. Ne yapmamız gerekiyor? Hangi hazırlıkları yapmalıyız?”

“Neden — hiç. Madenlere serbestçe girilemez, bu doğru. Lakin yanımda kraliçe varken kim karşımda durabilir ki? Bir kez aşağı indik mi, sana bu işin gittiği yere kadar rehberlik edebilirim ve yattığı yerden onu kaldırabiliriz.”

O anda bitip tükenmek bilmeyen çalışmalarının hatıraları aklına geldi. “Çağırma Borusu (The Horn of Summoning),” diye fısıldadı hayranlıkla. “Bu doğru mu? Olabilir mi? Nereden biliyorsun? Daggerfall’un sonsuz mağaralarının altında gömülü olduğunu okumuştum.”

“Hayır, uzun zaman bu konu üstünde çalıştım. Ölmeden önce Kral Edward Boru’yu saklaması için dostu Kral Moraelyn’e verdi. O da onu burada, Mournhold ‘da, doğum yeri ve etki alanı burası olan, Tanrı Ephen’in koruması altında gizledi. Simdi sen de öğrenmesi bana uzun yıllara ve yorucu yollara mal olan bu bilgiye sahip oldun.”

“Fakat Tanrı? Ya Ephen ne olacak?”

“Bana güvenin Leydim. Her şey iyi olacak.” Hafifçe güldü ve son bir öpücük vererek gitti.

Ertesi gün madenlere giden kapıların önündeki gardiyanları geçip, derinlere doğru yol aldılar. Barenziah’ın alışılmış denetim turlarından biri olduğu bahanesiyle birlikte yer altındaki terk edilmiş mağaraları dolaştılar. Sonunda mühürlenip unutulmuş bir kapı gibi görünen bir yere ulaştılar ve içeri girmelerini takiben gördüler ki burası madenin uzun zaman önce terk edilmiş bir parçasıydı. Madenlerin derinliklerine yapılan bu gezi güvenli değildi çünkü eski direklerden bazıları yıkılmıştı ve yollarını ya molozların içinden açmalı ya da geçit vermeyen yerlerde etrafından dolaşmalıydılar. Yırtıcı fareler ve dev örümcekler etrafta dolaşıyordu, hatta bazen onlara saldırıyordu. Fakat Barenziah’i ateş topu büyüleri ya da Bülbül’ün çevik hançer darbelerine eş değildi hiçbiri.

“Çok uzağa geldik,” dedi Barenziah en sonunda. “Bizi aramaya gelecekler. Onlara ne diyeceğim?”

“Ne arzu ederseniz,” Bülbül güldü. “Siz Kraliçesiniz, değil mi?”

“Lord Symmachus–“

“O köylü, gücü her kim tutarsa ona itaat eder. Hep öyle yaptı, hep öyle yapacak. Güce biz sahip olmalıyız Leydim.” Dudakları en tatlı şarap, dokunuşu hem ateş hem de buzdu.

“Şimdi,” dedi, “şimdi al beni. Hazırım.” Vücudu inliyor gibi görünüyordu, her bir siniri ve kaşı gergindi.

“Henüz değil. Burada, böyle değil.” Etraftaki eskimiş, tozlu yıkıntıları ve çirkin kaya duvarları işaret ederek ellerini salladı. “Birazcık daha bekle.” İsteksizce Barenziah kafasını sallayıp isteğine uydu. Yürümeye devam ettiler.

“İşte,” dedi Bülbül sonunda, çıplak bir duvarın önünde durarak. “İşte burada yatıyor.” Tozların üzerine bir rün yazıp diğer eliyle de büyü yaptı.

Duvar çöktü. Eski bir tapınağa giden bir giriş çıktı ortaya. Ortasında elindeki çekici adamantium bir örsün üstünde, havaya kaldırmış bir tanrı heykeli vardı.

“Damarlarımda dolaşan kanla, Ephen” diye bağırdı Bülbül, “Sana uyanmanı emrediyorum! Moraelyn ‘in varisi Ebonheart ben, krallık soyunun son üyesi, kanının ortağı. Rüzgartepe’nin bu muhtaç anında, bütün Elfler bedenen ve ruhen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya iken, muhafaza ettiğin mükafatı bana ver. Simdi sana emrediyorum, vur!”

“Son sözlerini söylerken, heykel parladı ve hareketlendi, tastan bos gözleri kıpkırmızı parladı. Kocaman başı oynadı, çekiç örse vurdu ve örs gök gürültüsünü andıran bir sesle parçalara ayrıldı, tastan tanrının kendisi de ufalanıp gitti. Barenziah kulaklarını elleriyle kapatıp, korkunç bir şekilde titreyerek, iniltiler içinde yere çömeldi.”

Bülbül cesurca ileri çıktı ve coşkulu bir kükremeyle kalıntıların arasında yatan şeyi sıkıca kavradı. Onu havaya kaldırdı.

“Birisi geliyor!” diye bağırdı Barenziah panik içinde, o anda fark etti Bülbül’ün elinde tuttuğu şeyi. “Fakat bu Çağırma Borusu değil, bu — bu bir asa!”

“Doğru, Leydim. Anladınız demek, sonunda!” Bülbül yüksek sesle güldü. “Üzgünüm, tatlı Leydim, lakin simdi sizden ayrılmalıyım. Belki bir gün yine karşılaşırız. O zaman kadar… Ah, o zamana kadar Symmachus,” dedi arkalarında beliren zırh giyinmiş sekle, “o tamamen senin. Onu geri alabilirsin.”

“Hayır!” diye çığlık attı Barenziah. Ayağa fırlayıp ona doğru koştu, fakat çoktan gitmişti. Birden ortadan yok olmuştu — tıpkı Symmachus’un, elinde kılıcıyla, aniden ortaya çıkması gibi. Kılıcı boş havayı yardı tek bir harekette. Sonra sanki tastan tanrının yerini almışçasına hareketsizce durdu.

Barenziah hiçbir şey söylemedi, hiçbir şey duymadı, görmedi… hiçbir şey hissetmedi…

Symmachus kendisine eşlik eden yarim düzine kadar Elf’e Bülbül’ün ve Kraliçe Barenziah’in yollarını kaybettiklerini ve dev örümceklerin saldırısına uğradıklarını. Bülbül’ün ayağının kayıp derin bir yarığa düştüğünü ve yarığın üzerine çöküp kapandığını. Cesedinin bulunamadığını. Kraliçe’nin karşılaştığı olayın şoku ve kendisini savunmaya çalışırken ölen arkadaşının üzüntüsünü yaşadığını söyledi. Symmachus’un düşük çeneli şövalyeler üzerindeki etkisi ve kumanda gücü öyle bir haldeydi ki, hiçbiri olan biten hakkında en ufak bir fikir sahibi olmamasına rağmen, hepsi her şeyin aynen onun söylediği gibi olduğuna inanmıştı.

Kraliçe saraya geri götürülüp odasına çıkarıldı, hemen ardından hazır bekleyen hizmetçilerini dışarı çıkarttı. Uzun bir süre aynanın karsısında hareketsizce durdu, şaşkın bir halde, ağlayamayacak kadar kendinden geçmişti. Symmachus kalıp ona göz kulak oldu.

“Az önce ne yaptığın hakkında hiçbir fikrin var mi?” diye sordu sonunda — doğrudan, soğukça.

“Bana söylemeliydin,” diye fısıldadı Barenziah. “Kaos Asası! (The Staff of Chaos) Burada olduğunu hiç düşünmemiştim. O dedi ki — o dedi ki–” Zayıf bir ağlama sesi çıktı dudakların arasından ve çaresizlik içinde ikiledi. “Oh, ben ne yaptım böyle? Ne yaptım? Ne olacak simdi bana? Bize?”

“Onu sevdin mi?”

“Evet. Evet, evet, evet! Oh Symmachus, Tanrılar bana merhamet etsinler, fakat onu sevdim. Sevdim. Fakat şimdi… şimdi… Bilmiyorum… Emin değilim… Ben… “

Symmachus’un sert çizgili yüzü hafifçe yumuşadı, gözleri yeni bir ışıkla parladı ve içini çekti. “Tamam. Bu da bir şeydir. Eğer benim elimdeyse bir anne olacaksın. Gerisine gelince — Barenziah, kıymetli Barenziah’ım, tahmin diyorum ki ülkenin üzerine bir fırtına saldın. Bir süre bekleyecek gizlice. Fakat ortaya çıkınca, ona birlikte karşı koyacağız. Her zaman yaptığımız gibi.”

Sonra ona doğru yürüdü ve kıyafetlerini çıkardı üzerinden, yatağa taşıdı onu. Üzüntü ve hasretten, güçsüz düşmüş vücudu, kuvvetli olan esine daha önce hiç yapmadığı şekilde, Bülbül’ün içinde canlandırdığı her şeyi ona sunarak, cevap verdi. Ve böyle yaparak onun yok ettiği bütün huzursuzluk verici izleri sildi.

Boştu, boşaltılmıştı. Ve sonra dolduruldu çünkü bir çocuk vardı simdi içinde büyüyen. Rahmindeki oğlu geliştikçe, sabırlı, sadik, kendini adamış Symmachus’a karşı olan duyguları da gelişti, kökleri uzun bir arkadaşlığa ve hiç bitmeyen bir şefkate dayanan bu duygular sonunda olgunlaşıp bir aşkın bütünlüğüne ulaşmıştı. Sekiz yıl sonra tekrar ödüllendirildiler, bu sefer bir kız ile.

Bülbül’ün Kaos Asası’nı çalmasından hemen sonra, Symmachus, Uriel Septim’e acilen gizli mesajlar yolladı. Normalde yaptığı gibi kendisi gitmedi, bunun yerine kendisine bir oğul vererek onu baba yaptığı bu dönemde Barenziah ile kalmayı seçti. Bu yüzden, geçici olarak Uriel Septim’in gözünden düştü ve onun haksız şüphelerine maruz kaldı. Hırsızı bulması için casuslar yollandı, fakat görünüşe göre Bülbül her nereden geldiyse oraya gitmişti, ortalıkta yoktu.

“Bir kısmı Kara Elf belki,” dedi Barenziah, “ama bir kısmı da insan, bence, gizlice. Yoksa bu kadar çabuk doğurganlık kazanamazdım.”

“Bir kısmı Kara Elf kesinlikle, hatta kadim Ra’athim ırkından geliyor o kısım, yoksa Asa’yı serbest bırakamazdı,” diye cevap verdi Symmachus. Gözlerini ona sabitleyip bakmaya başladı. “Seninle yatacağını sanmıyorum. Bir Elf olarak buna cesaret edemezdi çünkü sonra senden ayrılamazdı.” Gülümsedi. Sonra tekrar ciddileşti. “Tamam! Boru’nun değil, Asa’nın orada olduğunu ve güvenli bir yere ışınlanması gerektiğini biliyordu. Boru’nun tersine Asa bir silah değil, bunu anlamış olmalı. Tanrılara dua et de onu bulamasın! Görünüşe göre her şey istediği gibi gitti — lakin bunu nasıl bildi? Asayı oraya bizzat ben koydum, Ra’athim Boyu’nun son üyesinin yardımıyla, ki kendisi simdi Ebonheart kalesinde kral olarak oturuyor ödül olarak. Tiber Septim Boru’yu aldı fakat Asa’yı saklamam için bıraktı. Tamam! Şimdi Bülbül, Asa’yı gittiği her yerde düşmanlık ve kin tohumları ekmek için kullanabilir arzu ettiği şekilde. Lakin bu ona güç kazandırmaz tek başına. Bu, Boru’da ve onu kullanabilme yeteneğinde yatar. “

“Bülbül’ün aradığı şeyin güç olduğuna emin değilim,” dedi Barenziah.

“Herkes güç arar,” dedi Symmachus, “herkes kendi usulünce.”

“Ben değil,” diye cevapladı Barenziah. “Ben, Lordum, aradığım şeyi buldum.”

Bölüm 5

Biricik Kaos Asası’nın kaybolması, Symmachus’un da tahmin ettiği gibi, sadece birkaç ufak, kısa vadeli olaya sebebiyet verdi. Tahttaki imparator, Uriel Septim, Asa’nın kaybından duyduğu şok ve memnuniyetsizliği bildiren, birkaç görece sert mesaj gönderdi. Ayrıca Symmachus’a, Asa’nın yerini tespit etmek için gereken her türlü çabayı sarf etmesini ve gelişmeleri, bütün meselenin kendisine devredildiği, yeni İmparatorluk Savaş Büyücüsü Jagar Tharn’a bildirmesini emretti.

“Tharn!” diye gürledi Symmachus, şimdilerde birkaç aylık hamile olan Barenziah’ın huzur içinde bir bebek battaniyesi işlemekte olduğu odaya doğru hızlı adımlarla yürürken. “Jagar Tharn mi? Ah! Eğer ayakta duramayan yaşlı ve kör bir ayyaş değilse ona karşıdan karşıya nasıl geçeceğini bile söylemem.”

“Ona neden karşısın sevgilim?”

“Ben.. Sadece o melez Elf’e güvenmiyorum. Bir parçası Kara Elf, bir parçası Ulu Elf ve Tanrı bilir başka ne? Sahip olduğu kanların en kötü yanlarını kendinde toplamış olmalı. Seni temin ederim.” diye homurdandı. “Kimse onun hakkında fazla bir şey bilmiyor. Güney Yeşilyurt’ta Orman elfi bir anneden doğduğunu iddia ediyor. Görünüşe göre her yerde de bulunmuş şeyden beri — “

O ana kadar hamileliğin getirdiği yorgunluk ve hoşnutluk duygusuna dalmış olan Barenziah sadece Symmachus’un suyuna gitmeye çalışıyordu. Fakat aniden elindeki iğne işini bıraktı ve ona baktı. Bir şey dikkatini çekmişti. “Symmachus. Bu Jagar Tharn, kılık değiştirmiş bir Bülbül (Nightingale) olabilir mi?”

Symmachus bu soruya cevap vermeden önce üzerinde biraz düşündü. “Yok, olamaz aşkım. Tharn’ın seceresindeki tek eksik şey, insan kanı gibi görünüyor.” Symmachus’a göre, Barenziah bunun bir kusur olduğunu biliyordu. Kocası Orman Elfleri, tembel hırsızlar ve Yüce Elfleri’ni de yozlaşmış entelektüeller olarak görüyor ve onlardan nefret ediyordu. Fakat insanlara, özellikle de Bretonlar’a, enerji, zeka ve faydacılığı birleştirmekte gösterdikleri başarıdan dolayı, hayranlık duyuyordu. “Tam olarak bülbül Ebonheart’dan, Ra’athim Klanı’nın – Hlaalu Evi’nden, Mora Evi’nden. Eminim, o evde başlangıcından beri insan kanı vardı. Ebonheart, Tiber Septim Çağırma Borusu’nu bizden aldığı zaman, Asa’nın burada saklanmasından dolayı kıskançlık duyuyordu.”

Barenziah hafifçe iç çekti. Ebonheart ve Mournhold arasındaki düşmanlık neredeyse Rüzgartepe tarihinin başlangıcına dek uzanıyordu. İki ülke bir zamanlar birdi, bütün o zengin madenler, Yüce Rüzgartepe Krallığı’nı elinde tutan Ra’athimler’in mülküydü. Kraliçe Lian’ın ikiz oğulları – efsanevi Kral Moraelyn’in ı- eş varisler olarak atandığında Ebonheart, Mournhold ve Ebonheart diye iki ayri şehir-devlet olarak ikiye bölünmüştü. Aynı zamanlarda Yüce Kral makamı, bir konsey tarafından, vilayet çapındaki acil durumlara müdahale etsin diye geçici bir Savaş Lideri atanmasını desteklemek için boş bırakılmıştı.

Yine de, Ebonheart Rüzgartepe’in en eski şehir-devleti olarak sahip oldugu ayrıcalıkları kıskandı (“eşitler arasinda ilk” hükümdarlarının sıklıkla tekrarladıkları bir ifadeydi) ve kendisinin Kaos Asası’nın meşru koruyuculuğunun, Ebonheart’in hüküm süren evine verilmesi gerektigini iddia etti. Mournhold buna, Asa’nın bizzat Kral Moraelyn tarafından Tanrı Ephen’e emanet edildiği ve Mournhold’un tartışılmaz biçimde Tanrı’nın doğum yeri olduğu şeklinde cevap verdi.

“O zaman, neden Jagar Tharn’a şüphelerinden bahsetmiyorsun? Bırakalım o bulsun Asa’yı. Güvende olduğu sürece onu kimin bulduğu ya da nerede gizli olduğu ne fark eder?”

Symmachus anlam veremediği her halinden belli bir şekilde ona baktı. “Çok şey fark eder,” dedi yumuşakça ve bir süre sonra, “fakat o kadar da çok değil sanırım. Evet.” dedi ve ekledi, “Kesinlikle artık senin ilgini çekecek kadar değil. Sen orada oturup,” ve burada haylaz bir gülümsemeyle ona baktı, “nakışınla uğraş.”

Barenziah elindeki işlemeyi ona fırlattı. Attıkları tam da Symmachus’un yüzüne isabet etti — iğne, yüksük ve diğer her şey.

Birkaç ay içinde Barenziah, Helseth adini verdikleri, sağlıklı bir erkek çocuk doğurdu. Bülbül ya da Kaos Asası hakkında hiçbir şey duyulmuyordu. Eğer Ebonheart Asa’ya sahipse bile, kesinlikle bununla övünmemişlerdi.

Yıllar hızlı ve mutluluk dolu bir şekilde geçip gitti. Helseth büyüdü, uzun ve güçlü bir Elf oldu. Taptığı babasına çok benziyordu. Helseth sekiz yaşındayken, Barenziah ikinci bir çocuk doğurdu, bir kız çocuğuydu bu. Helseth onun gurur kaynağı idi, fakat küçük Morgiah – adını Symmachus’un annesinden almıştı – onun kalbine sahipti.

Yazık ki, Morgiah’in doğumu ilerideki daha iyi zamanların müjdeli habercisi değildi. İmparatorluk ile olan ilişkiler ortada görünür bir sebep olmaksızın yavaşça bozuldu. Vergiler ve doldurulması gereken vergi kotaları geçen her yılla birlikte yükseltildi. Symmachus, İmparator’un Asa’nın kayboluşunda kendisinin de parmağı olduğundan şüphelendiğini artan taleplerinden şikayet etmesini sağlayarak sadakatini kanıtlamaya çalıştığını hissetti. Çalışma saatlerini uzattı ve gümrük vergilerini yükseltti ve hatta kraliyet hazinesinde ve kendi kişisel birikimlerinde bazı değişiklikler bile yaptı. Fakat hacizler arttı ve sıradan halk gibi asiller de şikayet etmeye başladılar. İnsanın keyfini kaçıran, uğursuz bir homurtuydu.

“Çocukları yanına almanı ve İmparatorluk Şehri’ne gitmeni istiyorum.” dedi Symmachus en sonunda çaresizlik içinde, bir akşam yemeğinden sonra. “İmparator’un seni dinlemesini sağlamalısın, yoksa gelecek bahara bütün Mournhold ayaklanmış olacak.” Zorla gülümsedi. “Erkeklerle hep iyi anlaştın, aşkım. Her zaman.”

Barenziah da gülümsemek için zorladı kendini. “Seninle bile, kabul ediyorum.”

“Evet. Özellikle benimle,” diye onayladı sıcak bir ifadeyle.

“Çocukların ikisini de mi götüreyim?” diye sordu Barenziah, Helseth’in acemice flüt çalıp kız kardeşi ile bir düet yapmakta olduğu bir köşe penceresine bakarak. Helseth o zaman on beş yaşındaydı, Morgiah sekiz.

“Onun kalbini yumuşatabilirler. Hem ayrıca, Helseth’in İmparatorluk Sarayı’na tanıtılmasının zamanı geldi neredeyse.”

“Belki de. Fakat gerçek sebebin bu değil.” Barenziah derin bir nefes aldı ve farkında olduğu üzücü gerçeği paylaştı. “Onları burada güvende tutabileceğine inanmıyorsun. Eğer durum buysa, sen de güvende değilsin burada. Bizimle gel,” diyerek ısrar etti.

Symmachus onun ellerini kendininkilere aldı. “Barenziah. Aşkım. Canımın içi. Eğer şimdi ayrılırsam, geri dönebileceğimiz bir ülkemiz kalmaz. Benim için endişelenme. Bana bir şey olmaz. Evet! Ben kendi başımın çaresine bakabilirim — ve seninle çocuklar için endişelenmiyorken bunu daha iyi yapabilirim. “

Barenziah başını onun göğsüne yasladı. “Sadece sana ihtiyacımız olduğunu hatırla. Sana ihtiyacım var. Eğer birbirimizin yanında olabilirsek geri kalan hiçbir şey olmadan da yapabiliriz. Boş bir kalp, taşımak için boş eller ve boş bir mideden daha ağır bir yük.” Ağlamaya başladı aklına Bülbül ve Asa ile ilgili o iğrenç işler gelince. “Aptallığım bizi buralara getirdi.”

Yüzünde sıcak bir gülümsemeyle ona baktı, “Eğer öyleyse, hiç de kötü bir yer değil.” Gözleri çocuklarının üzerinde durdu bir süre şefkatle. “Hiçbirimiz asla diğeri olmadan gitmeyecek hiçbir yere ya da ihtiyaç duymayacak başka hiçbir şeye. Asla. Asla, aşkım, sana söz veriyorum. Her şeyi sana feda etmiştim bir zamanlar, Barenziah, ben ve Tiber Septim. Evet. Benim yardımım olmadan İmparatorluk asla başlayamazdı. Yükselişine ben yardım ettim.” Sesi sertleşti. “Sonunu da getirebilirim. Uriel Septim’e bunu söyleyebilirsin. Bunu ve sabrımın sonsuz olmadığını.”

Barenziah’in nefesi kesildi. Symmachus asla boş tehditler savurmazdı. “Nasıl?” diye sordu nefes nefese. Fakat o kafasını salladı.

“Bilmesen daha iyi,” dedi. “Sadece sana söylediklerimi söyle ona ve eğer inatçılık yaparsa sakın korkma. Sinirini elçiden çıkarmayacak kadar Septimdir o.” Vahşice gülümsedi. “Çünkü eğer yaparsa, bir tek saçına bile zarar verecek olursa, ya da çocuklara –Tamriel’in bütün tanrıları yardımcım olsun, doğmamış olmak için dua eder. Evet! Onun peşine düşerim, onun ve bütün ailesinin. Ve son Septim ölene kadar da durmam.” Symmachus’un kırmızı Dark Elf gözleri tükenen ateşin ışığında ışıl ışıl parladı. “Sana yemin ediyorum, aşkım. Kraliçem.. Barenziah’ım.”

Barenziah ona sarıldı, yapabildiği kadar sıkıca sarıldı ona. Fakat kucağındaki sıcaklığa rağmen titremesine engel olamadı.

Barenziah İmparator’un tahtının önünde ayakta duruyor, Mournhold’un sıkıntılarını ona anlatmaya çalışıyordu. Uriel Septim’in huzuruna çıkmak için, “Majesteleri isteksiz.”, “Çok acil bir mesele Eksalansları’nın ilgisini gerektiriyor.” “Üzgünüm Ekselansları, bir hata olmalı. Randevunuz gelecek hafta. Hayır, bakın..” gibi bahanelerle haftalarca beklemişti. Ve şimdi, görüşme iyi bile gitmiyordu. İmparator onun söylediklerini dinliyormuş numarası yapmaya zahmet bile etmiyordu. Ne ona oturmasını söylemişti ne de çocukları dışarı çıkarmıştı. Helseth yontulmuş bir heykel gibi hareketsiz duruyordu; fakat Morgiah huysuzlanmaya başlamıştı.

Kendi ruh hali de ona hiç yardımcı olmuyordu. Odalarına yerleştikten kısa bir süre sonra, İmparatorluk Şehri’ne gelen Mournhold elçisi Symmachus’dan bir demet mektupla huzura çıkmayı istedi. Kötü haberler, hem de bir sürü. Ayaklanma sonunda başlamıştı. Köylüler Mournhold’un birkaç küçük, memnuniyetsiz soylu ailesi etrafında toplanmışlardı ve Symmachus’dan tahttan inmesini ve yönetimi teslim etmesini istiyorlardı. Sadece İmparatorluk Muhafızları ve aileleri nesillerdir Barenziah’in evinin hizmetkarları olan bir avuç asker Symmachus ile insan kalabalığı arasında duruyordu. Düşmanlıklar çoktan patlak vermişti fakat görünüşe göre Symmachus hala güvende ve her şeye hakim bir konumdaydı. Çok uzun sürmez, diye yazmıştı. Barenziah’tan İmparator konusunda elinden gelen her şeyi yapmasını istiyor — fakat her halükarda kendisi geri dönmenin güvenli olduğunu söyleyinceye kadar çocuklarla beraber İmparatorluk Şehri’nde kalmasını tembihliyordu.

İmparatorluk bürokrasisinin içine dalıp yolunu açmaya çalışmış — çok az bir basari elde etmişti. Gittikçe büyüyen telaşına ek olarak Mournhold’dan gelen haberler aniden kesilmişti. İmparator’un sayısız ev halkına köpürmekle, kendisini ve ailesini bekleyen felaketin korkusu arasında yalpalayarak gerginlik dolu haftaları geride bıraktı. Sonra bir gün Mournhold elçisi en geç gelecek gece Symmachus’dan haber beklemesini söyledi, fakat bu sefer haber bilindik kanallardan gelmeyecekti, bir şahin tarafından getirilecekti. Görünüşe göre ayni şansın eseri olsa gerek, gün içinde Saray’dan gelen bir görevli sonunda İmparator’un onu yarin sabah erkenden huzura kabul etmeye razı olduğunu haber verdi.

İmparator, kabul odasına girdiklerinde üçünü de çok neşeli bir gülümseme ile karşıladı, fakat yine de neşesi gözlerine yansımamıştı. Sonra, çocuklarını tanıtırken onlara dikkatlice fakat bir şekilde uygunsuz bir biçimde bakmıştı. Barenziah simdi beş yüz yıldır insanlarla uğraşıyordu ve insanların hareketlerini ve ifadelerini yorumlama konusunda herhangi bir insanın algılayışının çok ötesinde bir yetenek geliştirmişti. İmparator gizlemeye çalışsa da gözlerinde bir açlık ifadesi vardı – ve başka bir şey. Pişmanlık? Evet. Pişmanlık. Fakat neden? Birkaç sağlıklı çocuğu vardı zaten. Neden onunkilere gıpta etsindi ki? Ve neden ona böyle ahlaksız — her ne kadar kısa da olsa — bir arzuyla bakıyordu? Belki de esinden sıkılmıştı. İnsanların sadakatsizliği bilinen bir şeydi. O uzun, alev alev bakıştan sonra, Barenziah görevinden ve Mournhold’da ortaya çıkan şiddetten bahsetmeye başladığında bakışlarını başka tarafa çevirdi. Bütün açıklama boyunca hareketsiz bir şekilde tahtında oturdu.

Hareketsizliğine ve büyük sıkıntısına şaşırmış halde, Barenziah geçmişte tanıdığı Septimler’den bir iz bulmak için bu sabit ve solgun surata baktı. Uriel Septim’i iyi tanımıyordu, bir kez, daha küçük bir çocukken onunla tanışmıştı ve bir de yirmi yıl önce taç giyme töreninde. İki kez, hepsi buydu. O zaman genç bir yetişkin idiyse bile, tören esnasında sert ve ağırbaşlı bir tavır içindeydi; fakat yine de bu olgun adam kadar buz gibi soğuk ve uzak değildi. Aslında, fiziksel benzerliğe rağmen, aynı adammış gibi görünmüyordu. Ayni değildi fakat yine de onda tanıdık gelen bir şeyler vardı, olması gerektiğinden daha tanıdık, durusunda ya da mimiklerinde bir ayrıntı..

Birden büyük bir sıcaklık hissetti, sanki üzerine kaynar sular dökülmüş gibi. İllüzyon! Bülbül onu kötü bir şekilde aldattığından beri illüzyon sanatı üzerinde çalışmıştı. Onu tespit etmeyi öğrenmişti – ve şimdi kör bir adamın yüzüne vuran güneş ışığını hissetmesi kadar kesin bir şekilde varlığını hissediyordu. İllüzyon! Fakat neden? Ağzından Mournhold’un dertlerini anlatan cümleler çıkarken bile zihni çılgınca çalışıyordu. Kibir? Elfler yaşlılığın emarelerini sergilemekten ne kadar gurur duyarsa insanlar da o kadar utanırlardı. Ancak Uriel Septim’in takındığı surat yaşıyla uyumlu görünüyordu.

Barenziah sihirlerinden herhangi birini kullanmaya cüret edemezdi. Basit soyluların bile, kendi konaklarında, kendilerini etkilerinden koruyan önlemleri yoksa dahi sihri tespit etme yöntemleri vardı.

Burada sihir kullanmak hançer çekmek gibi İmparator’un gazabını üstüne salardı.

Sihir.

İllüzyon.

Aniden aklına Bülbül geldi. Ve o an, o tam karşısında oturuyordu. Sonra görüntü değişti ve Uriel Septim vardı karşısında. Üzgün görünüyordu. Kapana kısılmış. Ve sonra görüntü bir kez daha soldu ve başka bir adam oturuyordu onun yerinde, Bülbül gibiydi ve fakat ona benzemiyordu. Solgun deri, kanlanmış gözler, Elf kulakları — ve vahşi bir zalimlik, çirkin enerji yayan bir ruh — korkunç, yıkıcı bir parıltı. Bu adam her şeyi yapabilecek güçteydi!

Ve sonra bir kez daha Uriel Septim’in yüzüne bakıyordu.

Nasıl emin olabilirdi ki hayal görmediğinden? Belki de aklı ona oyunlar oynuyordu. Birden büyük bir yorgunluk hissetti, sanki çok ağır bir yükü çok uzun zamandır ve çok uzağa taşıyormuş gibi. Açıkça kendisini bir yere götürmediğini gördüğünden, içten bir şekilde yaptığı Mournhold’un dertlerini anlatma işini bir kenara bıraktı ve şakacı bir hal aldı. Şakacı fakat gizli bir amaçla.

“Hatırlıyor musunuz, Haşmetmeapları , Symmachus ve ben siz ve ailenizle birlikte yemek yemiştik, babanızın taç giyme töreninden hemen sonra? Ufak Morgiah’dan daha büyük değildiniz. O gece tek konuklar biz olduğumuz için büyük onur duymuştuk — tabii en iyi arkadaşınız, Justin hariç.”

“Ah evet,” dedi İmparator, oldukça dikkatlice gülümseyerek. “Bunu hatırladığımı sanıyorum.”

“Siz ve Justin çok yakın arkadaşlarsınız, Majesteleri. Kısa bir süre önce öldüğünü duydum. Çok yazık.”

“Öyle. Onun hakkında konuşmayı istemiyorum.” Gözleri bomboş göründü birden -mümkün olsa daha da boş olacaklardı. “Arzunuz doğrultusunda, Leydim, bu meseleyi danışacağız ve sizi haberdar edeceğiz.”

Barenziah, çocuklarla birlikte eğildi. İmparatordan gelen bir baş işareti ile dışarı ç çıkıp, huzurdan ayrıldılar.

Taht odasından çıktıklarında derin bir nefes aldı. Her ne kadar genç Uriel her zaman sofrada kendine bir yer verilmesi için ısrar etse de “Justin” hayali bir oyun arkadaşıydı. Sadece bu da değil, Justin, sahibi olduğu erkek adına rağmen, bir kızdı! Justin hayali çocukluk arkadaşlarının yolundan gittikten çok sonra bile Symmachus şakayı sürdürmeye devam etti – her karşılaştıklarında Uriel Septim’e onun sağlığı hakkında sorular sorar ve yari-ciddi yari-saka bir tarzda cevap alirdi. Barenziah’in Justin hakkında en son duyduğu şey, birkaç yıl önce İmparator’un şaka olduğu çok belli bir şekilde, maceracı fakat yola gelmez genç bir Khajiit ile tanıştığı, onunla evlenip, ateş eğrelti otları ve pelin çiçekleri yetiştirmek üzere, Lilandril’e yerleştiği yönünde Symmachus’a aktardığı haberlerdi.

İmparator’un tahtında oturan kişi Uriel Septim değildi! Bülbül? Olabilir miydi..? Evet. Evet! Bir tanıma hissi Barenziah’ın içinden geçmişti ve bunun doğru olduğunu biliyordu. Bu oydu. Bu Bülbüldü! İmparator kılığındaydı. Symmachus yanılmıştı, çok yanılmıştı..

“Peki şimdi?” diye içinden geçirdi çılgınca. Uriel Septim’e ne olmuştu? Daha da önemlisi bu o, Symmachus ve bütün Mournhold için ne anlama geliyordu? Biraz düşününce, Barenziah başlarına gelen bütün o kötü olayların sorumlusunun bu sahte İmparator, Bülbül — bu büyü — ya da her neyse o olduğuna karar verdi. Mournhold’la ilgili anlamsız talepleri, başlamadan kısa bir süre önce Uriel Septim’in yerini almış olmalıydı. Bu, ilişkilerin neden Tiber Septim ile olan yasak ilişkisinden çok sonra, bu kadar uzun süre (insan algılamasına göre) kötüleştiğini açıklıyordu. Bülbül Symmachus’un Septim Evi’ne olan derin sadakatinden ve onlar hakkındaki bilgisinden haberdardı ve bir önleyici saldırı başlatmıştı. Eğer olan biten bu idiyse hepsi büyük bir tehlike içindeydiler. O ve çocuklar burada, İmparatorluk Şehri’nde onun gücü dahilindeydiler ve Symmachus ise tek başına Mournhold’da Bülbül’ün yarattığı dertlerle uğraşıyordu.

Ne yapmalıydı? Her ikisinin omzunda bir eliyle önünde yürüyen çocukları yönlendirirken, sakin kalmaya çalışarak, kendisini bekleyen hizmetçilerini topladı ve şahsi korumalarını da peşine takarak kapıdaki arabasına ulaştı sonunda. Kaldıkları süit saraydan sadece birkaç sokak ötede olsa da, asalet itibarı kısa mesafeleri bile yürümeyi yasaklıyordu — ve bir kez olsun Barenziah bundan memnundu. Araba, sahte olduğunu hissetse de, şu an sanki bir sığınak gibiydi.

Bir çocuk elinde bir notla muhafızlardan birine yanaştı ve sonra da arabayı işaret etti. Muhafız notu Barenziah’a getirdi. Çocuk bekliyordu, parlak gözleri iyice açılmış halde. Bu kısa ve övgü dolu not özetle Ulu Kaya Vilayeti Kralı Wayrestli Eadwyre’in, Mournhold’un meşhur Kraliçesi Barenziah’ın huzuruna kabul edilip edilmeyeceğini soruyordu çünkü kral kendisi hakkında çok şey duymuştu ve onunla tanışmaktan çok memnun olurdu.

Barenziah’ın ilk tepkisi ret oldu. Sadece şehri terk etmek istiyordu! Büyülenmiş bir insanla vakit geçirmeye kesinlikle niyeti yoktu. Gözlerini kaldırdı, suratı asıktı. Muhafızlardan biri şöyle dedi, “Leydim, çocuk efendisinin cevabınızı orada beklediğini söylüyor.” İşaret edilen yöne baktı ve etrafı yarım düzine hizmetçi ve süvariyle çevrili, at üstünde yaşını başını almış yakışıklı bir adamın tüylü şapkasını çıkardığını gördü.

“Pekala,” dedi Barenziah çocuğa. “Efendine söyle, bu akşam, yemek saatinden sonra beni görebilir.” Kral Eadwyre kibar ve kasvetli görünüyordu ve biraz da endişeli — fakat kesinlikle aşık değil. ‘’En azından bu da bir şeydir’’, diye düşündü dalgın bir şekilde.

Barenziah kule penceresinin önünde ayakta bekliyordu. Dostunun yakında olduğunu hissediyordu. Fakat gece göğü gözlerine gün kadar açık görünse de onu henüz göremiyordu. Sonra aniden ortaya çıktı, ince gece bulutlarının altında, çevik bir şekilde hareket eden küçük bir nokta. Birkaç dakika daha geçince heybetli şahin, kanatlarını katlayıp, Barenziah’ın kolundaki kalın deri kol bandına pençeleriyle tutunarak inişini tamamladı.

Kuşu kendisini bekleyen tüneğine taşıdı sabırsız parmakları mesajın saklı olduğu ayağındaki kapsülü ararken. Şahin kana kana içti sudan, o işini bitirene kadar, sonra tüylerini kabartıp gagası ile düzeltti, Barenziah’ın yanında güven içinde. Suurun ufak bir parçası yaptığı işin, tamamladığı görevin ve hak ettiği soluklanmanın tatminini yaşıyordu.. fakat yine de alttan alta huzursuzdu. İşler yolunda değildi, o kuşlara özgü küçük aklıyla o bile farkındaydı.

İnce parşömeni açıp okunaksız yazılara gözünü dikerken parmakları titriyordu. Symmachus’un yazısı değildi! Barenziah yavaşça oturdu, eğer bu bir felaketse, zihnini ve bedenini felaketi sakin bir şekilde kabul etmek üzere hazırlarken, parmakları kağıdı düzeltiyordu.

Felaketti.

İmparatorluk Muhafızları Symmachus’u terk edip asilere katılmışlardı. Symmachus ölmüştü. Geri kalan sadık kuvvetler kesin bir yenilgi almışlardı. Symmachus ölmüştü. Barenziah ve çocuklar İmparatorluk’un düşmanı ilan edilmiş ve başlarına ödül konmuştu.

Symmachus ölmüştü.

Yani sabah İmparator’la olan görüşme sahteydi, bir hile. Maskaralık. İmparator zaten biliyor olmalıydı. Oyalanmıştı, bir şey yapmaması, acele etmemesi söylenmişti, Kraliçe Hazretleri, İmparatorluk Şehri’nin ve sunduğu güzelliklerin tadını çıkarmaya bakin, ziyaretinizi istediğiniz kadar uzatın. Ziyaretini mi? Alıkonmasını. Esaretini. Ve büyük ihtimalle eli kulağında olan tutuklanmasını. İçinde bulunduğu durum hakkında düş kurmuyordu. İmparator ve dalkavukları bir daha asla İmparatorluk Şehri’ni terk etmesine izin vermezlerdi. En azından canlı olarak.

Symmachus ölmüştü.

“Leydim?”

Barenziah, hizmetçinin seslenişinden ürkerek, sıçradı. “Ne var?”

“Breton geldi, Leydim. Kral Eadwyre.” diye ekledi kadın yardımcı olmak için, Barenziah’ın anlam veremediğini görerek. Tereddüt etti. “Yeni haberler mi var, Leydim?” dedi, kafasıyla şahini işaret ederek.

“Bekleyemeyecek bir şey değil,” dedi Barenziah çabucak ve sesi boşlukta yankılandı sanki, aniden içinde açılan dipsiz bir çukur gibi. “Kuşla ilgilen.” Ayağa kalktı, elbisesini düzeltti ve asil konuğunu karşılamak için hazırlandı.

Duygusuzmuş gibi hissediyordu. Etrafındaki tas duvarlar kadar duygusuz, gece göğü kadar sakin.. cansız bir beden kadar duygusuz.

Symmachus ölmüştü.

Kral Eadwyre onu ağırbaşlılık ve kibarlıkla selamladı. Ailesinin efsanelerinde dikkat çekici biçimde yer alan Symmachus’un ateşli bir hayranı olduğunu söyledi. Konuşmayı ağır ağır Barenziah’ın İmparator ile olan işine getirdi. Detaylar hakkında sorular sordu ve buradan Mournhold’un yararına bir şeyler çıkıp çıkmayacağını irdeledi. Barenziah’ın çekimser kaldığını görünce ağzındaki baklayı çıkardı, “Kraliçem, bana inanmalısınız. İmparator olduğunu iddia eden adam bir düzenbaz! Çılgınca geldiğini biliyorum, fakat ben –“

“Hayır,” dedi Barenziah ani bir katiyet ile. “Kesinlikle haklısınız, Kralım. Biliyorum.”

Eadwyre ilk kez oturduğu yerde rahatladı, sonra gözleri büyüdü aniden. “Biliyor musunuz? Deli olduğunu düşündüğünüz biriyle eğlenmiyorsunuz değil mi?”

“Sizi temin ederim Lordum, öyle bir niyetim yok.” Derin bir nefes aldı. “Peki, İmparator’un yerine kimin geçtiğini düşünüyorsunuz?”

“İmparatorluk Savaş Büyücüsü, Jagar Tharn.”

“Ah. Kralım, şans eseri, Bülbül adında birini duymuş olabilir misiniz?”

“Evet, Leydim, doğrusu duydum. Müttefiklerim ve ben onun Jagar haini ile ayni kişi olduğunu düşünüyoruz.”

“Biliyordum!” Barenziah ayağa kalktı ve öfkesini gizlemeye çalıştı. Bülbül — Jagar Tharn! Ah, fakat adam tam bir şeytandı! Şeytan gibi sinsi. Ve çok kurnaz. Onların çöküşünü mükemmel bir biçimde planlamıştı! Symmachus, Symmachus’um..!

Eadwyre çekinceli bir şekilde öksürdü. “Leydim, benim.. bizim.. yardımınıza ihtiyacımız var.”

Barenziah ortadaki ironiyi gülümseyerek karşıladı. “Bu sözleri söylemesi gereken kişinin ben olduğuma inanıyorum. Fakat, devam edin lütfen. Size nasıl yardımcı olabilirim, Kralım?”

Kral çabucak bir plan çizdi. Yakın bir zamanda Jagar Tharn’ın yanına çırak olarak verilen büyücü Ria Silmane, sahte İmparator tarafından bir hain ilan edilmiş ve öldürülmüştü. Fakat güçlerinin bir kısmını koruyup ölümlüler dünyasından iyi tanıdığı birkaç kişi ile bağlantı kurabilmişti. Kaos Asasi’ni bulma işini üstlenecek bir savaşçı seçmişti, bu savaşçı, hain büyücü tarafından bilinmeyen bir yere saklanan asayı kullanarak başka bir şekilde yenilmez olan Jagar Tharn’i öldürecek ve başka bir boyutta tutsak olan gerçek İmparator’u kurtaracaktı. Savaşçı çok şükür sağ olsa da simdi İmparatorluk Zindanları’nda sürünüyordu. Ria’nın ruhunun yardımıyla savaşçı zindandan kaçarken, Tharn’in dikkati başka bir yöne çekilmeliydi. Sahte İmparator’un kulakları — ve görünüşe göre gözleri de Barenziah’da idi. Gerekli olan dikkat dağıtma işini yapar mıydı?

“Sanırım onunla başka bir görüşme ayarlayabilirim,” dedi Barenziah dikkatlice. “Fakat bu yeterli olur mu? Size söylemem gerekir ki, çocuklarım ve ben az önce İmparatorluk’a ihanetle suçlandık.”

“Mournhold’da belki, belki Rüzgartepe’de de Leydim. Lakin İmparatorluk Şehri ve Vilayeti’nde işler farklıdır. İmparator ve bakanlarıyla görüşme yapmanızı engelleyen aynı idari bataklık, sizin ve çocuklarınızın kanunlara aykırı bir şekilde hapsedilmenizi ya da cezalandırılmanızı engelliyor. Sizin durumunuzda, Leydim, asaletiniz dolayısıyla isler daha da zorlaşıyor. Kraliçe ve yasal varisleri olarak, sizler dokunulamaz, hatta kutsal sayılıyorsunuz.” Kral gülümsedi. “İmparatorluk bürokrasisi, Leydim, iki tarafı keskin bir bıçaktır.”

Böylece. En azından o ve çocukları o an için güvendeydiler. Sonra bir düşünce geldi aklına. “Saygıdeğer Kralım, az önce sahte İmparator’un gözlerinin bende olduğunu söylerken ne demek istediniz? Ve neden görünüşe göre dediniz?”

Eadwyre rahatsız bir ifade takındı. “Hizmetçilerin arasında söylenilene göre, Jagar Tharn kendi odasındaki bir tür tapınakta sizin ufak bir bebeğinizi saklıyormuş.”

“Anlıyorum.” Düşünceleri birden Bülbül ile yaşadıkları çılgınca ilişkiye kaydı. Ona deliler gibi aşıktı. Budala kadın. Ve bir zamanlar sevdiği adam gerçekte sevdiği adamın ölümüne sebep olmuştu. Sevdiği. aşık olduğu. Artık yoktu, o.. o.. Hala Symmachus’un öldüğü gerçeğini kabul edemiyordu. Fakat o ölü olsa da, dedi kendi kendine, aşkım hala yaşıyor ve bu asla değişmeyecek. Symmachus her zaman onunla birlikte olacaktı. Tıpkı içindeki acı gibi. Ömrünün geri kalanını o olmadan geçirmenin acısı. Her gün hayatta kalmaya çalışmanın acısı, her gece, onun varlığı olmadan, onun verdiği huzur, sevgi. Symmachus’un, babalarını asla tanımayacak, onun ne kadar cesur, ne kadar güçlü, ne kadar harika, ne kadar sevecen olduğunu asla bilemeyecek, çocuklarının, özellikle küçük Morgiah’ın büyüyüp iyi birer yetişkin olacaklarını göremeyecek oluşunun acısı.

Ve bu yüzden, bütün bunlar yüzünden, aileme yaptığın bunca şey yüzünden, Bülbül, ölmelisin.

“Bu sizi şaşırtıyor mu?”

Eadwyre’in sözleri düşüncelerini kesintiye uğrattı. “Ne? Ne beni şaşırtıyor mu?”

“Sizin kopyanız. Tharn’ın odasındaki.”

“Oh.” Yüzüne sakin bir ifade geldi. “Evet. Ve hayır.”

Eadwyre, ifadesinden konuyu değiştirmek istediğini anladı. Tekrar planlarına döndü. “Seçilmiş savaşçının kaçmak için birkaç güne ihtiyacı olabilir, Leydim. Ona biraz daha zaman kazandırabilir misiniz?”

“Bu konuda bana güveniyorsunuz, Kralım? Neden?”

“Çaresiziz, Leydim. Başka seçeneğimiz yok. Eğer olsaydı bile — neden, evet. Evet, neden size güveneyim. Size güveniyorum. Kocanız yıllar boyunca aileme iyi davrandı hep. Lord Symmachus–“

“Öldü.”

“Ne?”

Barenziah son gelişmeleri çabucak ve sükûnet içinde aktardı.

“Leydim.. Kraliçe.. ne kadar korkunç! Ben.. ben çok üzgünüm..”

İlk kez Barenziah’in buzdan duruşu sarsıldı. Gördüğü duyarlılık karşısında, dışarıdan görünen sükûnetin parçalara ayrıldığını hissetti. Soğukkanlılığını topladı ve sessiz kaldı.

“Bu şartlar altında, Leydim, sizden böyle bir şey–“

“Hayır, iyi kalpli Lordum. Bu şartlar altında çocuklarımın babasının katilinden intikam almak için ne yapmam gerekiyorsa yapmalıyım.” Tek bir gözyaşı gözlerinin zindanından kaçtı. Sabırsızca sildi onu. “Karşılık olarak sizden sadece yetim kalmış çocuklarımı korumanızı istiyorum.”

Eadwyre ayağa kalktı. Gözleri parlıyordu. “Seve seve yapacağıma yemin ederim, en cesur ve yüce Kraliçe. Sevgili ülkemizin, Tamriel’in Tanrıları şahidim olsun. “

Sözleri anlamsızca fakat çok derinden dokundu ona. “Size bütün kalbim ve ruhumla teşekkür ederim, iyi kalpli Lordum, Kral Eadwyre. Benim ve ço-çocuklarımın s-sonsuz mm-min – minnet –“

Daha fazla dayanamadı.

O gece uyumadı, yatağının yanındaki bir sandalyede oturdu, elleri kucağında, etrafını saran, gittikçe solan karanlığın içinde oturup uzun ve derin derin düşündü. Çocuklara söyleyemezdi, henüz değil, mecbur olan kadar söylemeyecekti.

İmparator’la başka bir randevu ayarlamasına gerek yoktu. Sabahın ilk ışıklarında bir davet geldi.

Çocuklara birkaç günlüğüne gitmesi gerektiğini söyledi, hizmetçilere sorun çıkarmamalarını tembihleyip, öptü. Morgiah biraz sızlandı; İmparatorluk Şehri’nde yalnızdı ve bunalmıştı. Helseth’in suratı asıktı fakat bir şey söylemedi. Tıpkı babası gibiydi. Babası..

İmparatorluk Sarayı’nda, Barenziah büyük arz odası yerine İmparator’un tek başına kahvaltı yaptığı küçük bir odaya götürüldü. İmparator onu başıyla selamladı ve pencereye doğru işaret etti. “Şahane bir manzara, değil mi?”

Barenziah pencereden muhteşem şehrin kulelerine baktı. O anda manzara, aklına bu odanın yıllar önce Tiber Septim ile ilk kez karşılaştığı oda olduğunu getirdi. Yüzyıllar önce. Tiber Septim. Sevdiği başka bir adam. Başka kimi sevmişti? Symmachus, Tiber Septim.. ve Straw. İri yarı, sarışın seyis çocuğu ani ve yoğun bir sevgi ile hatırladı. Bu ana kadar fark etmemişti ama Straw’a aşık olmuştu. Sadece ona hiç söylememişti. O zamanlar çok gençti, onlar kaygısız, rahat ve huzurlu günlerdi.. her şeyden önce, bütün bunlardan.. ondan.. önce. Symmachus değil. Bülbül. Kendine çok şaşırdı. Bülbül hala onu etkileyebiliyordu. Şimdi bile. Bütün olanlardan sonra. Henüz olgunlaşmamış bir duygu seli içinden geçti.

Nihayet arkasını döndüğünde, Uriel Septim yok olmuştu — ve Bülbül onun yerinde oturuyordu.

“Biliyordun,” dedi Bülbül yavaşça, onun yüzünde gözlerini gezdirerek. “Hemen anladın. Sana sürpriz yapmak istiyordum. En azından bilmiyormuş gibi yapabilirdin.”

Barenziah kollarını açtı, içinde ta derinde köpüren girdabı yatıştırmak için. “Korkarım taklit yeteneğim sizinki kadar iyi değil, Efendim.”

İçini çekti. “Kızgınsın.”

“Sadece biraz, itiraf etmeliyim,” dedi soğuk bir şekilde. “Sizi bilmem ama ben ihaneti biraz tiksinç buluyorum.”

“Ne kadar insansısın.”

Derin bir nefes aldı. “Benden ne istiyorsunuz?”

“Şimdi de sen numara yapıyorsun.” Yüzüne doğrudan bakmak için ayağa kalktı. “Senden ne istediğimi biliyorsun.”

“Bana işkence etmek istiyorsunuz. Devam edin. Elinizdeyim. Fakat çocuklarımı rahat bırakın.”

“Hayır, hayır, hayır. Bunu istemiyorum, Barenziah.” Yaklaştı, o eski, vücudunu baştan başa geçen titreme dalgaları yollayan, şefkat dolu ses tonuyla konuşarak. Ona aynı şeyi yapan o aynı ses, burada ve şimdi. “Anlamıyor musun? Tek yolu buydu.” Elleri Barenziah’ın kollarına dokundu.

Barenziah azminin solduğu hissetti, ona olan öfkesinin zayıfladığını. “Beni yanınızda götürebilirdiniz.” Davetsiz göz yaşları gözlerinde toplandı.

Kafasını salladı. “Bunu yapmaya gücüm yoktu. Ah, ama şimdi, şimdi..! Bütün güç bende. Sahip olmak, paylaşmak, vermek için — sana vermek için.” Bir kez daha elini cama ve ardındaki şehre doğru salladı. “Ayağına sermek için bütün Tamriel benim — ve bu sadece başlangıç.”

“Artık çok geç. Çok geç. Beni ona bıraktınız.”

“O öldü. Köylü öldü. Birkaç kifayetsiz yıl — ne anlamı var ki onların?”

“Çocuklar–“

“Onları evlat edinebilirim. Ve diğerlerini de kendimiz yaparız Barenziah. Oh, hem de nasıl çocuklar olurlar! Onlara neler veririz! Senin güzelliğin ve benim sihrim. En çılgın düşlerinde bile hayal etmediğin güçlere sahibim.” Onu öpmek için hareket etti.

Barenziah onun kavrayışından kaçıp başka tarafa döndü. “Size inanmıyorum.”

“İnanıyorsun, sen de biliyorsun. Hala kızgınsın, hepsi bu.” Gülümsedi. Fakat gülümsemesi gözlerine yansımadı. “Ne istediğini söyle Barenziah. Barenziah sevgilim. Söyle bana. Senin olsun.”

Bütün yaşamı gözlerinin önünden geçti. Geçmiş, simdi ve gelecek. Farlı zamanlar, farklı hayatlar, farklı Barenziah’lar. Hangisi gerçek olanıydı? Hangisi gerçek Barenziah idi? Çünkü bu kararla kaderinin şeklini belirleyecekti.

Kararını verdi. Biliyordu. Gerçek Barenziah’ın hangisi olduğunu ve ne istediğini biliyordu.

“Bahçede bir yürüyüş, Efendim,” dedi. “Bir ya da belki iki şarkı.”

Bülbül güldü. “Sana kur yapılmasını istiyorsun.”

“Neden olmasın? Siz çok iyi yapıyorsunuz. Hem bu zevki yaşamayalı uzun zaman oldu.”

Gülümsedi. “Nasıl arzu ederseniz, Leydim, Kraliçe Barenziah. Arzunuz benim için emirdir.” Elini tuttu ve öptü. “Şimdi ve sonsuza dek.”

Ve böylece günlerini flört ederek — yürüyerek, konuşarak, beraber gülüp şarkı söyleyerek geçirdiler. İmparator’un işleri ise hizmetkarlarına kaldı.

“Asa’yı görmek istiyorum,” dedi Barenziah bir gün. “Sadece göz ucuyla görebildim, hatırlarsın.”

Suratını astı. “Hiçbir şey bana daha büyük bir zevk veremezdi — fakat bu imkansız.”

“Bana güvenmiyorsun,” Barenziah dudak büktü, fakat o öpmek için yaklaşınca dudağımı yumuşattı.

” Saçmalık, sevgilim. Tabii ki güveniyorum. Fakat burada değil.” Kıkırdadı. “Aslında, hiçbir yerde değil.” Bir kez daha öptü, bu sefer daha tutkulu bir şekilde.

“Yine bilmece gibi konuşuyorsun. Onu görmek istiyorum. Yok etmiş olamazsın.”

“Ah. Son görüşmemizden beri bilgelik kazanmışsın.”

“Bilgiye olan açlığıma bir bakıma sen sebep oldun.” Ayağa kalktı. “Kaos Asa’sı yok edilemez. Ve Tamriel’den ayrılamaz, tabii bunun doğuracağı korkunç sonuçlarına katlanılmazsa eğer.”

“Ahhh. Beni etkiliyorsun, sevgilim. Hepsi doğru. Yok edilmedi ve Tamriel’den de ayrılmadı. Ve fakat söylediğim gibi, hiçbir yerde değil. Bulmacayı çözebilir misin?” Onu kendine çekti ve Barenziah da onun göğsüne yaşlandı. “İste sana daha büyük bir bilmece,” diye fısıldadı Bülbül. İkiden nasıl bir yapabilirsin? Bunu sana gösterebilirim ve göstereceğim de.” Vücutları birleşti, dudakları iç içe geçti.

Daha sonra, biraz uzaklaştıklarında ve Bülbül uyuklarken, Barenziah uykulu bir şekilde düşündü, ” ikiden bir, birden iki, ikiden üç, üçten iki.. yok edilemeyen ya da uzaklara atılamayan şey belki de parçalara ayrılabilir, belki..”

Ayağa kalktı, gözleri parıldıyordu. Gülümsemeye başladı.

Bülbül bir günlük tutuyordu. Her gece hizmetkarlarından gelen kısa raporların ardından bu deftere bir şeyler karalardı. Çalışma masasının çekmecesinde kilitliydi. Fakat kilidi basit bir şeydi. Nihayetinde Barenziah bir zamanlar Hırsızlar Loncası’nın bir üyesiydi.. başka bir hayatta.. başka bir Barenziah..

Bir sabah Bülbül banyoda meşgulken Barenziah deftere göz atma şansı elde etti. Kaos Asası’nın ilk parçasının Fang Lair adında kadim bir Cüce madeninde saklı olduğunu buldu — fakat yeri en kaba şekilde tarif edilmişti. Günlük şifreli bir şekilde karalanmış birçok olayla doldurulmuştu ve deşifre etmesi çok zordu.

Bütün Tamriel, diye düşündü, onun ve benim elimde ve belki de daha fazlası — fakat..

Dışarıdan görünen bütün o çekiciliğine rağmen kalbinin olması gerektiği yerde soğuk bir boşluk vardı, kendisinin farkında olmadığı bir boşluk, diye düşündü. Gözleri boş bir ifadeye bürünüp katılaştıklarında bunu görebilirdi herkes. Fakat yine de, bu konuda farklı bir algılayışı olsa da, o da mutluluğa özlem duyuyordu ve tatmine, hoşnutluğa. Köylü rüyaları, diye düşündü Barenziah ve Straw geldi yine gözlerinin önüne, kayıp ve üzgün görünüyordu. Ve sonra Therris, kedilere özgü Khajiit gülümseyişiyle. Tiber Septim, güçlü ve yalnız. Symmachus, katı, duygusuz, yapılması gerekeni yapan kişi, sessizce ve etkili bir şekilde. Bülbül. Bülbül, bir bilmece ve bir katiyet, hem karanlık hem de aydınlık. Her şeyi ve daha fazlasını yöneten — ve düzen adına kaosu yaratan Bülbül.

Barenziah onu bırakıp, babalarının ölümü — ve İmparator’un koruma teklifi kendilerine henüz haber verilmeyen çocuklarını ziyaret etmeye isteksizdi. Sonunda yaptı ve bu kolay değildi. Morgiah’ın ona sarılıp kederle hıçkıra hıçkıra ağlaması bir yüzyıl kadar uzun geldi ona, Helseth ise yalnız kalmak için bahçeye kaçtı, babası hakkında konuşma taleplerinin hepsini reddetti, annesinin kendisine sarılmasına bile izin vermedi.

Eadwyre o sırada Barenziah’ı çağırdı. O ana kadar öğrendiklerini ve öğrenebildiği kadar çok şeyi öğrenmek için bir süre daha orada kalması gerektiğini söyledi ona.

Bülbül, Barenziah’la bu yaşlıca hayranı yüzünden dalga geçti. Eadwyre’in şüphelerinin farkındaydı — fakat hiç endişelenmiyordu çünkü kimse bu yaşlı aptalı ciddiye almazdı. Hatta Barenziah ikisi arasında sözüm ona bir uzlaşma bile sağlamıştı. Eadwyre halk önünde bütün şüphelerinden caydığını ve “eski dostu” İmparator da onu affettiğini ilan etmişti. Ondan sonra en azından hafta bir kez onlarla aksam yemeğine davet edildi.

Çocuklar Eadwyre’i seviyorlardı, annesinin İmparator ile olan ilişkisini onaylamayan ve bu yüzden ona küsen Helseth bile. Gün geçtikçe huysuz ve saati saatine uymayan biri haline gelmiş, annesi ve aşığı ile sıkça tartışır olmuştu. Eadwyre da bu ilişkiden memnun değildi ve bülbül sırf onu sinirlendirmek için tutkusunu açıkça sergilemekten büyük zevk alıyordu.

Tabii ki evlenemezlerdi, çünkü Uriel Septim zaten evliydi. En azından, şimdilik. Bülbül saraya yerleştikten kısa süre sonra İmparatoriçe’yi sürgüne yollamıştı, fakat ona zarar vermeye cesaret edememişti. Tek Tanrı Tapınağında korumaya alınmıştı. Sağlığının kötü olduğu açıklanmıştı ve Bülbül’ün ajanları tarafından ruhsal problemleri olduğu dedikoduları yayılıyordu. İmparator’un çocukları da benzer şekilde Tamriel genelindeki sözde okul olan hapishanelere yollanmışlardı.

“Zamanla daha da kötüleşecek,” dedi Bülbül umursamaz bir şekilde, İmparatoriçeyi ima ederek ve Barenziah şişmiş göğüsleri ve karnına memnuniyetle bakarak. “Çocuklarına gelince.. Hayat tehlikelerle dolu, öyle değil mi? Evleneceğiz ve senin çocuğun benim yasal varisim olacak.”

Çocuğu istiyordu. Barenziah bundan emindi. Fakat kendisi hakkındaki düşüncelerinde çok daha az emindi. Su sıralar tartışıyorlardı, çoğu zaman şiddetli bir şekilde, genellikle Bülbül’ün İmparatorluk Şehri’nden en uzak vilayet olan Yaztutan Adası’na göndermek istediği Helseth hakkında. Barenziah bu ağız dalaşlarından kaçınmak için hiçbir çaba sarf etmiyordu. Sonuçta Bülbül pürüzsüz, sakin bir hayat istemiyordu; hem bu kavgaların ardından sevişmekten büyük keyif alıyordu..

Bazen Barenziah çocukları alıp, onlarla daha fala vakit geçirmeyi istediğini söyleyerek, eski süitlerine çekiliyordu. Fakat Bülbül her seferinde onu geri götürmeye geliyordu ve Barenziah da geri götürülmeye izin veriyordu. Kelimelere dökülemez bir şeydi, tıpkı Tamriel’in ikiz aylarının doğması ve batması gibi.

Asa’nın son parçasının nerede olduğunu öğrendiğinde — bu sonuncusu kolay olmuştu çünkü her Dark Elf Dagoth-Ur Dağı’nın nerede olduğunu bilirdi — altı aylık hamileydi.

Bülbül ile bir sonraki tartışmalarının ardından basitçe şehri terk etti ve Eadwyre ile birlikte Wayrest’e, Ulu Kaya’ya gitti. Bülbül öfkeden kudurdu, fakat yapabileceği çok az şey vardı. Suikastçıları yetersizdi ve o da tahtını bırakıp onların peşine düşemezdi bizzat. Wayrest’e açıkça savaş da ilan edemezdi. Ne Barenziah ne de doğmamış çocuğu üzerinde bir hak iddia edebilirdi. Duruma uygun olarak, İmparatorluk Şehri’nin asilleri de Barenziah ile olan ilişkisini onaylamıyorlardı — tıpkı yıllar önce Tiber Septim’i onaylamadıkları gibi — ve onun gittiğini görmekten mutluydular.

Wayrest ise eşit derecede şüpheciydi onun hakkında, fakat Eadwyre refah içindeki küçük şehir-devletinde çok seviliyordu ve bu yüzden hoş görülüyordu.. bazı gariplikleri. Eadwyre ve Barenziah, Bülbül’den olan erkek çocuğun doğumundan bir yıl sonra evlendiler. Eadwyre onu ve çocukları tutkuyla seviyordu. Diğer yanda Barenziah ona aşık değildi — fakat ona düşkündü ve bu da bir şey sayılırdı. Birilerine sahip olmak güzel bir şeydi ve Wayrest çok güzel bir yerdi, çocukların büyümesi için güzel bir yerdi, kendi zamanlarının gelmesini bekler ve seçilmiş Savaşçının görevini başarmasını umarlarken.

Barenziah sadece Savaşçının görevini çabucak bitirmesini umabilirdi, artık bu isimsiz seçilmiş Savaşçı her kimse. Bir Kara Elf ‘di, dünyadaki bütün zamana sahipti. Bütün zamana. Fakat artık verecek sevgi kalmamıştı ve yanacak nefret. Hiçbir şeyi kalmamıştı, acıdan başka hiçbir şeyi ve anılar.. ve çocukları. Yalnızca çocuklarının büyümesini ve onlara iyi bir yaşam sağlayabilmeyi istiyordu ve kendisinden geri kalan şeyi sonuna kadar yaşamak. Önünde hala uzun bir yaşam olduğuna emindi. Ve bu süre boyunca huzur istiyordu ve sessizlik, sükûnet; ruhu için olduğu kadar kalbi için de. Köylü rüyaları. İstediği şey buydu. Gerçek Barenziah’ın istediği şey buydu. Gerçek Barenziah buydu. Köylü rüyaları.

Tatlı rüyalar..