Ateşte Dans – Bölüm 2

Orijinal Adı:

Bulunduğu Oyunlar:

Kitap Kategorisi:

Çevirmen:

Kitap Künyesi
Oyunlar : Morrowind, Oblivion, Skyrim
Çevirmen: Deniz Görmez
Orijinal İsim: A Dance in Fire, Chapter 2
Bölüm 1 | Bölüm 2 | Bölüm 3 | Bölüm 4 | Bölüm 5 | Bölüm 6 | Bölüm 7

 

Tamamiyle bir kayıptı. Cathay-Raht sadece birkaç dakika içerisinde karavandaki değerli her nesneyi ya çalmış ya da mahvetmişti. Decumus Scotti’nin, Bosmer ile ticaret yapmayı umduğu araba dolusu kerestesi ateşe verilip uçurumdan aşağı yuvarlanmıştı. Elbiseleri ve anlaşma metinleri parçalara ayrılmış ve dökülen şarabın oluşturduğu çamur yığınının içine batmıştı. Konvoydaki bütün seyyahlar, tüccarlar, maceracılar, şafakta yükselen güneşle birlikte eşyalarından arta kalan şeyleri toparlarken söylenip, ağladılar.

 

“En iyisi Mnoriad Pley Bar çevirilerimin notlarını kurtarmayı başardığımı kimseye söylemeyeyim,” diye fısıldadı şair Gryf Mallon. “Yoksa bana cephe alırlar.”

 

Scotti, Mallon’a onun eşyalarına ne kadar az değer biçtiğini söyleme fırsatını nazikçe geri çevirdi. Bunun yerine kesesindeki paraları saydı. Otuz dört altın. Yeni bir işe başlayan bir girişimci için oldukça az bir miktar.

 

“Selam!” ağaçların arasından bir ses geldi. Küçük bir Bosmer grubu deri zırhlara bürünmüş, ellerinde silahlarla çalıların arasından çıktı. “Dost musunuz, düşman mı?”

 

“Hiçbiri,” diye gürledi konvoy başı.

 

“Siz Cyrodiil’den gelenler olmalısınız” dedi grubun lideri, ince-uzun yapılı, sert yüzlü ve kurnaz bakışlı genç adam, gülerek. “Yolda olduğunuzu duymuştuk. Görünüşe göre düşmanlarımız da öyle.”

 

“Savaş bitti sanıyordum,” diye homurdandı karavandaki mahvolmuş tüccarlardan biri.

 

Grubun lideri olan Bosmer yine bir kahkaha patlattı: “Bu savaş değil. Sadece ufak bir sınır tecavüzü. Falinesti’ye mi gideceksiniz?”

 

“Ben gitmiyorum,” dedi konvoy başı kafasını sallayarak. “Bana göre benim işim bitti. At yok, karavan yok. Zarardan başka bir şey olmadı bu yolculuk benim için.”

 

Erkekler ve kadınlar adamın etrafında toplanıp, itiraz ettiler, yalvardılar, tehditler savurdular fakat konvoy başı Yeşilyurt’a adım atmayı reddetti. Eğer bunlar barış zamanlarıysa, bir dahaki sefer savaş olduğunda geri gelmeyi yeğleyeceğini söyledi adam.

 

Scotti başka bir yolla Bosmer’a yaklaştı. Tıpkı aksi marangozlarla pazarlık yaptığı zamanlardaki gibi, otoriter fakat dostça bir sesle konuştu: “Sanırım bana Falinesti’ye kadar eşlik etmezsiniz. Burada önemli bir İmparatorluk bürosunu temsilen bulunuyorum, Atrius İnşaat Komitesi’ni. Buraya Khajiit ile yaptığınız savaşın ortaya çıkardığı sorunları çözmek ve sıkıntıların giderilmesine yardim etmek için gönderildim. Milliyetçilik –”

 

“Yirmi altın isteriz ve eğer kaldıysa eşyanı da kendin taşırsın,” diye araya girdi Bosmer.

 

Scotti’nin yüzündeki ifade aksi marangozlarla yaptığı pazarlıkların da nadiren istediği şekilde sonuçlandığını belli etti.

 

Yolculuğa devam etmeye istekli altı kişi de daha yeterli para vardı. Parası olmayanlardan biri olan şair, Scotti’den yardim istedi.

 

“Üzgünüm Gryf, yalnız on dört altınım kaldı. Falinesti’ye vardığımda düzgün bir oda tutmaya bile yetmez. Eğer yapabilseydim sana yardım ederdim inan,” dedi Scotti, kendini doğru olduğuna inandırarak.

 

Altı kişi ve onların Bosmer eskortları kayalıkların arasından ilerleyen taşlı yokuşu inmeye başladılar. Henüz bir saat geçmemişti ki Yeşilyurt ormanlarının derinliklerinde ilerlemekteydiler. Gökyüzünü gizleyen yeşil ve kahverengi renkli gölgelerden oluşan, sonsuz bir kubbe. Ancak bin yılda düşebilecek kadar çok yaprağın ayaklarının altında oluşturduğu, kurtçuklarla dolu çürümüş toprak yığını ve balçık üzerinde kilometrelerce bata çıka yürüdüler. Sonra birkaç kilometre de zemine düşmüş dal parçalarının oluşturduğu labirentimsi yoldan ve devasa ağaçların alçak dallarının arasında yol aldılar.

 

Bütün bu süre boyunca, yorulmak nedir bilmeyen ev sahibi Bosmer o kadar hızlı yürüyordu ki, Cyrodilliler geride kalmamak için oldukça fazla çaba harcadılar. Kırmızı suratlı, kısa bacaklı, ufak tefek bir tüccar çürük bir dalın üzerine basıp az kalsın düşüyordu. Hemşerisi arkadaşları sayesinde kurtuldu. Bosmer ağaçların tepesindeki gölgeleri gözleriyle sürekli olarak tararken, ayni hızlı tempoda yürümeye devam etmeden önce sadece bir an için duruyordu.

 

“Neden böyle telaşlılar?” diye sinirli bir şekilde homurdandı tüccarlardan biri. “Daha fazla Cathay-Raht’in gelmesinden mi?”

 

“Gülünç olma,” dedi Bosmer kahkaha atıp, ikna edici olmayan bir ses tonuyla. “Ormanın bu kadar derinlerinde Khajiiti? Hem de barış zamanında? Asla cesaret edemezler.”

 

Kafile bataklık seviyesinden biraz yukarı çıkınca koku biraz olsun azaldı, Scotti birden acıktığını hissetti. Cyrodil kültürüne uygun olarak günde dört öğün yemeye alışıktı. Durmaksızın ve hiçbir şey yemeden saatler süren yorucu yolculuklar dolgun maaşlı bir katip olarak onun diyetinde yoktu. Kafayı kaç saattir ormanda yürüdüklerine taktı, biraz çılgınca. On iki saat mi? Yirmi mi? Bir hafta mi? Zaman kifayetsizleşmişti. Güneş ışığı bitkilerden oluşan tavanı yer yer deliyordu, ağaçların üzerindeki fosfor gibi parlayan küf ve yerdeki çamursa değişmeyen manzarayı oluşturuyordu.

 

“Dinlenip bir şeyler yememiz mümkün mü?” diye seslendi ev sahipliğini yapan ilerideki Bosmer’e.

 

“Falinesti’ye yaklaştık,” diye geldi cevap yankılanarak. “Orada fazlasıyla yiyecek var.”

 

Yol, ağaçların önce birinci sonra da ikinci dallarına kadar yükselen devrilmiş ağaç kütüklerinin oluşturduğu bir yığınla karsılaşmalarına kadar birkaç saat daha sürdü. Uzun bir köseyi dönmüşlerdi ki kendilerini aşağıya doğru daha yüz ayak giden bir şelalenin ortasında buldular. Attıkları her adımı bir işkenceye dönüştüren kaya yığınlarına tırmanmaya başladıklarında kimsenin şikayet etmeye gücü kalmamıştı. Bosmer eskortlar sislerin arasında kayboldular ama Scotti başka kaya kalmayıncaya kadar tırmanmaya devam etti. Göz kapaklarının üzerindeki nehir suyunu ve terini sildi.

 

Falinesti ufuk boyunca önünde serilmiş duruyordu. Muazzam meşe-şehir, krallarının önünde duran ricacılar gibi kendisini dolduran koruluklar ve meyve bahçeleriyle nehrin her iki yakasına yayılmıştı. Daha küçük bir ölçekte, bu hareket eden şehri sekilendiren ağaç olağanüstüydü: boğum boğum, altın rengi ve yeşil bir taçla sarılmış, dört bir yanından asmalar taşan ve özsuyu ile parlayan. Bir mil yüksekliğinde ve yarısı kadar geniş, bu Scotti’nin hayatı boyunca gördüğü en muhteşem şeydi. Eğer bir katibin ruhuna sahip aç bir adam olmasaydı, şarkı söylerdi.

 

“İste buradasın,” dedi eskortların lideri. “Kış olduğu için şanslısın. Yazın, şehir bu vilayetin uzak güney ucunda durur.”

 

Scotti nasıl devam edeceğini bilemez bir haldeydi. İnsanların karıncalar gibi hareket ettiği dikey metropolün görüntüsü bütün düşünce dünyasını altüst etmişti. “Su isimde bir meyhane biliyor musun?” bir an için duraksadı, sonra cebinden Jurus’un mektubunu çıkardı. “‘Pasko Ana’nın Meyhanesi’ gibi bir şey.”

 

“Pascost Ana mı?” deyip bilindik hor gören kahkahasını patlattı Bosmer. “Orada kalmak istemiyorsun herhalde?” Gelip geçenler hep üst dallardaki Aysia Tavernası’nı tercih ederler. Pahalıdır ama çok iyidir.”

 

“Pascost Ana’nın meyhanesinde biriyle buluşacağım.”

 

“Eğer gitmek konusunda kararını verdiysen, Havel Slump’a giden bir asansöre binip orada birilerine sor. Sadece kaybolma ve batı kavşağında uyuya kalma.”

 

Görünen o ki; bu eskort grubundaki gençlere oldukça esprili bir hareketmiş gibi geldi, böylece Scotti onların yankılanan kahkahalarını arkasına alıp kıvrılmış kökleri geçerek Falinesti’nin temeline ulaştı. Yer, yapraklar ve çöple yoğrulmuş haldeydi ve ikide bir yukarıdan bir bardak ya da bir kemik parçası düşüveriyordu, bu yüzden boynunu büküp sürekli tetikte olarak yürüdü. Kalın asmalara bağlanmış karmaşık bir ağ oluşturan platformlar, kolları bir öküzün işkembesi kadar kalın adamların idaresiyle şehrin pürüzsüz ve kaygan gövdesi üzerinde mükemmel bir zarafetle bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Scotti platformlardan birinde aylak aylak camdan piposunu tüttüren en yakin adama yanaştı.

 

“Acaba beni Havel Slump’a götürebilir miydiniz?”

 

Adam kafasını salladı ve birkaç dakika içerisinde, Scotti yerden iki yüz ayak yukarıda iki devasa dalın arasındaki kıvrımın üzerinde duruyordu. Çatal boyunca eşit olmayan bir şekilde uzanan kıvrık yosun ağları birkaç düzine küçük bina için ortak bir çatı oluşturuyordu. Sokakta sadece bir iki kişi vardı ama ilerideki dönemecin oradan gelen insan ve müzik seslerini duyabiliyordu. Scotti platformu yöneten adama bir altın bahşiş verip Pascost Ana’nın Meyhanesi’nin yerini sordu.

 

“Tam önünüzde efendim, ama orada kimseyi bulamazsınız,” dedi adam, gürültünün geldiği yeri işaret ederek. “Pazartesi günü Havel Slump’taki herkes alem yapar.”

 

Scotti dar sokak boyunca dikkatli bir şekilde yürüdü. Yer, İmparatorluk Şehri’nin  mermerden yapılma caddeleri gibi sert hissettirse de, ağaç kabuğunda içinden aşağıdaki nehir görünen ufak delikler vardı. Bir süre oturup soluklandı ve yükseklerden görünen manzaraya alışmaya çalıştı. Kuşkusuz güzel bir gündü fakat Scotti’nin derin düşüncelerinden uyanıp panik halinde ayağa fırlaması sadece birkaç dakika sürdü. Altında, nehirde demirlemiş duran ufak bir sal, o izlerken oldukça belirgin bir şekilde birkaç santim oynamıştı. Fakat gerçekte sal hiç hareket etmemişti. Hareket eden Scotti’ydi. Etrafındaki her şeyle birlikte. Benzetme falan değildi: Falinesti şehri yürümüştü. Ve boyutları göz önüne alındığında, oldukça hızlı hareket etmişti.

 

Scotti ayağa kalktı ve dönemecin oralardan gelen bir duman bulutuna kapıldı. Hayatı boyunca kokladığı en lezzetli rostoydu bu. Katip korkusunu unuttu ve koştu.

 

Asansörü kullanan adamın tabiriyle “alem” ağaca bağlanmış kocaman bir platformun üzerinde yapılıyordu, platform o kadar büyüktü ki herhangi başka bir şehirde rahatlıkla bir meydan olabilirdi. Scotti’nin hayatı boyunca gördüğü en harika insan çeşitliliği omuz omuza, tıkış tıkış bir şekilde eğleniyordu, birçoğu yiyiyor, daha fazlası içiyor ve bazıları da kalabalığın üzerindeki bir dala tünemiş bir sarkıcıyla bir lavtacının çalıp söylediği şarkılarla dans ediyordu. Çoğunluğu renkli deri ve kemiklerle süslenmiş, buranın asil sahibi olan Bosmer ve biraz da Orklardan oluşan bir kalabalıktı. Kalabalığın içinde fırıl fırıl dönen, dans edip birbirlerine bağıran, çirkin yaratıklardı Orklar. Kalabalığın üzerinde aşağı yukarı sallanan kafalar en başta Scotti’nin tahmin ettiğinin aksine çok uzun insanlara değil, bir Centaur ailesine aitti.

 

“Biraz koyun eti ister misin?” diye sordu kocaman bir hayvanı hayli sıcak kırmızı tasların üzerinde kızartmış olan kartlaşmış yaşlı bir adam.

 

Scotti adama çabucak bir altın verdi ve adamın verdiği budu yalayıp yuttu. Ve sonra bir altın ve başka bir but daha. Scotti boğazına takılan bir kıkırdak parçası yüzünden tıkandığında adam güldü ve ona bir bardakta köpüklü beyaz bir içecek verdi. İçeceği içti ve sanki birisi tarafından gıdıklanıyormuş gibi vücudunu baştanbaşa geçen bir titreme hissetti.

 

“Bu nedir?” diye sordu Scotti.

 

“Jagga. Mayalanmış domuz sütü. Bir altın daha verirsen sana ondan bir sürahi daha ve biraz daha et veririm.”

 

Scotti kabul edip ödedi, eti silip süpürdü ve sürahiyi de kalabalığın arasına dalarken beraberinde götürdü. Ortağı Liodes Jurus, ona Yeşilyurt’a gelmesini söyleyen adam, ortalıkta yoktu. Sürahinin çeyreği boşaldığında Scotti Jurus’u aramayı bıraktı. Yarısı boşaldığında, zemindeki kırık tahtalara ve deliklere aldırış etmeden grupla beraber dans ediyordu. Sürahinin üçüncü çeyreği de boşalınca, dilleri kendisine tamamen yabancı olan bir grup yaratığa fıkralar anlatıyordu. Sürahi tamamen boşaldığında, ziyafet sırt üstü yatan vücudunun etrafında devam ederken, o sızmış ve horluyordu.

 

Ertesi sabah, hala uykudayken, birisinin kendisini öptüğünü hissetti. Suratına mutlu bir ifade takınıp karşılık vermeye niyetlendi fakat ateş gibi göğsüne yayılan acı, onu gözlerini açmaya zorladı. Bir dananın yarısı büyüklüğünde bir böcek üzerinde oturuyor, onu eziyordu, ağzından çıkan sarmal-bıçaklı merkezi bir burgaç gömleğini yırtarken dikenli bacakları onu sabit tutuyordu. Çığlık atıp debelendi fakat canavar çok güçlüydü. Yemeğini bulmuştu ve onu bitirecekti.

 

“Her şey bitti.” diye düşündü Scotti, “Evimi asla terk etmemeliydim. Şehirde kalabilirdim hatta belki Lord Vanech’in yanında iş bulurdum. Tekrar düşük kademe bir katip olarak başlayıp yükselebilirdim.”

 

Birden ağız gevşedi. Canavar bir kez sarsıldı, sari renkli bir safra kustu ve öldü.

 

“Bir tane indirdim!” diye bağırdı, pek uzak olmayan bir ses.

 

Scotti bir an hareketsiz yattı. Başı zonkluyor, göğsü yanıyordu. Gözünün kenarıyla hareketlenmeler gördü. Başka bir korkunç canavar hızla ona doğru geliyordu. Sürünüp kurtulmaya çalıştı ama henüz kurtulamadan serbest kalan bir yay sesi duydu ve bir ok ikinci böceği delip geçti.

 

“İyi atış!” diye bağırdı başka bir ses. “İlkine bir tane daha at! Simdi gördüm, biraz hareket etti!”

 

Bu sefer, Scotti cesede çarpan okun darbesini hissetti. Seslendi ama böceğin cesedinin çığlığını nasıl boğduğunu duyabildi sadece. Dikkatlice bir ayağını çıkarıp, yuvarlanarak bir yere saklanmayı denedi fakat hareketi görünüşe göre okçuları orada hala yaşayan bir şeyler olduğuna ikna etmiş olmalı ki karşılık olarak bir ok yağmuru geldi. Artik canavar öyle delik deşik edilmişti ki böceğin ve ihtimal ki kurbanlarının kanı Scotti’nin üzerine akmaya başladı.

 

Scotti gençken, bu tarz sporlar için fazla ince zevkli biri olmadan önce, sıklıkla İmparatorluk Arenası’na gidip dövüş müsabakalarını izlerdi. Arena’daki tecrübeli savaşçılardan birinin, ona sorduğunda kendisine sırrını söylediğini hatırladı, “Ne yapacağım konusunda ne zaman tereddüt etsem, eğer kalkanım da varsa, arkasında dururum.”

 

Scotti bu tavsiyeye uydu. Bir saat sonra, artik okların atıldığını duymadığında, böceğin cesedini kenara itip yapabildiği kadar çabuk ayağa fırladı. Daha bir saniye bile olmadan, sekiz okçudan oluşan bir grup, oklarını ona doğrultmuş, ateş etmeye hazır bir şekilde bekliyorlardı. Onu gördüklerinde gülmeye başladılar.

 

“Kimse sana batı kavşağında uyumamanı söylemedi mi daha önce? Siz sarhoşlar onları böyle beslemeye devam ederseniz nasıl bunların hepsini öldürebiliriz ki?”

 

Scotti kafasını sallayıp platform boyunca geri gitti, köseyi döndü ve Havel Slump’a geri geldi. Üstü başı kan içinde, yaralı ve yorgundu ve gereğinden fazla mayalanmış domuz sütü içmişti. Tek istediği uzanabileceği düzgün bir yerdi. Pascost Ana’nın rutubetli, öz suyu ile ıslanmış, küf kokan Meyhanesi’ne girdi.

 

“Adim Decumus Scotti,” dedi. “Jurus adında birinin burada kaldığını umuyorum.”

 

“Decumus Scotti mi?” diye düşündü tombul dükkan sahibesi, Pascost Ana’nın ta kendisi. “Bu adı duydum. Ah, sen onun notu bıraktığı şu adam olmalısın. Gidip bir arayayım, bakalım bulabilecek miyim?”